Bayağı uzun zamandır Yeşil Düşünce Derneği’nin (YDD) üyesiyim ve iki senedir de YDD’nin düzenlediği Yeşil Politika Okulu’nda demokrasi dersi veriyorum. Yeşil Politika Okulu dediğimiz girişim şahane bir şey. Başvurular açıldığı zaman bir form dolduruyorsunuz, çoğulculuk sağlanacak şekilde katılımcılar belirleniyor ve daha sonra bazıları yüzyüze ama çoğunluğu internet üzerinden gerçekleşen okul başlıyor. Yapmanız gereken tek şey belirtilen gün ve saatlerde internetinizin başında olmak. Bence geleceğin eğitim sistemi bu şekilde işleyecek zaten ya… neyse.
İşte bu derste anlattığım dersi yazıya dökmem istendi. Efendim neymiş, bir kitap çıkacakmış. Nitekim “Gülümseyen Bir Bugün İçin Yeşil Politika” başlığıyla çıkmış da. Hatta bu adresten tamamı okunabiliyormuş. Basılı olarak da yakında raflarda yerini alacak (elbette geri dönüşümlü kağıda).
Yazdıklarımı burada biriktirdiğim için kendi bölümümü aşağıya koydum.
İyi okumalar 🙂
GERÇEK DEMOKRASİ
Doğada her şey bir denge üzerine kuruludur. Canlı veya cansız her şey birbiriyle bağlıdır ve birbirine muhtaçtır. Elbette ki bu dengenin bozulduğu anlar olmuştur ancak yeni bir denge yine kurulmuştur. Günümüzde yaşanan ekolojik kriz, insanın bu dengeyi bozmakta olmasıyla yakından ilgilidir. İnsanlar bugün üretimleriyle, tüketimleriyle, yaşam tarzlarıyla ve yönetim biçimleriyle doğaya aykırı, ekolojik dengeyi bozan ve dünyayı bir çöküşe sürükleyen bir faaliyet içerisinde. Bu çöküşten kurtulabilmemiz için yıkıcı her bir unsurun ayrı ayrı ele alınması ve dengenin yeniden sağlanması adına baştan üretilmesi gerekiyor.
Doğadaki her şey nasıl birbirine muhtaçsa, bugünkü ekolojik krizi doğuran nedenler de birbirlerine o şekilde bağlı. Ekolojik kriz devletlerin büyümeci ve kalkınmacı politikalarından besleniyor. Devletin bu hali ise, 1789 Fransız Devrimi’ni “sahiplenen” burjuva sınıfının bir sonucu. Burjuva sınıfı kapitalist üretim sisteminden, kapitalist üretim ve tüketim ise ihtiyaç fazlasının bir “ihtiyaca” dönüştürülmesinden, yani lüksten alıyor kaynağını. İhtiyaç fazlasının üretildiği ve tüketildiği ilk an ise, muhtemelen, doğadan koptuğumuz ve ona yabancılaştığımız ana denk geliyor.
Doğadaki dengeyi yeniden sağlamak istiyorsak, krizin kaynaklarını kurutmamız gerekiyor. Bu kaynakların en önemlilerinden biri, yukarıda sayılan burjuva devleti ve ona bağlı yönetim biçimi. Kapitalist üretim ve tüketim ile temsili sistem üzerine kurulu bu devlet Fransız Devrimi’nin bir ürünü. Oysa muhtemelen, 18. yüzyılın başında, Toplum Sözleşmesi’ni kaleme alırken Jean-Jacques Rousseau’nun kafasındaki hedef bu değildi.
Temsilî Demokrasi Yanılgısı
Devlet ve yönetim biçimleri konusu çok eski tarihlerden başlatılarak incelenebilir. Ancak eğer kısa yoldan gitmek gerekiyorsa Fransız Devrimi’nin hemen öncesinden başlamak da aydınlatıcı olacaktır. 1700’lerin başında Fransa’da monarşik bir yönetim bulunmaktaydı. Kralın mutlak egemenliğinde ağzından çıkan kanun, söylediği söz emir ve verdiği karar tek çözümdü. Dolayısıyla ülkenin başındaki tek bir kişi hem yasama, hem yürütme ve hem de yargıydı. Rousseau, aydınlanmanın etkisiyle öne çıkan “birey”in kendi kararlarını kendi alabileceği bir sistem inşa etmeye çalıştı. Toplum Sözleşmesi’nde egemenliğin, yani en üstün kural koyma iradesinin kralda değil de halkta olduğunu iddia ederken aslında bireylerin kaderlerini kendi ellerine alabilmesi için bir zemin yaratıyordu. Egemenliğin o sırada ülkede yaşayan herkese eşit şekilde paylaştırıldığını ifade ederken Antik Yunan’dan demokrasi düşüncesini ödünç alıyordu. Rousseau’ya göre herkes egemenliğin eşit bir parçasına sahipti ve kamuya ilişkin kararları toplanıp oy vermek suretiyle alacaklardı. Ortaya çıkan evet veya hayır kararı egemenin iradesi olarak kabul edilecek ve ondan daha üstün bir irade olamayacağı için sorgulanmadan kabul edilip uygulanacaktı. Günümüz penceresinden baktığımızda çoğunluk diktatörlüğüne neden olacağı için haklı olarak eleştirebileceğimiz bu düşünce, o zamanın şartlarında egemenliğin tek kişinin iki dudağının arasından çalınması ve halka teslim edilmesi demekti.
Ancak Rousseau’nun önemli bir sorunu vardı. Demokrasi kavramını ödünç aldığı Antik Yunan’da yönetim birimi şehir devletiydi ve örneğin yaklaşık 300 bin kişinin yaşadığı Atina’da kadınları, köleleri ve metekleri çıkarttığınızda özgür vatandaşların sayısı 20-30 bin civarındaydı. Bunlardan da yaklaşık 6000 civarında vatandaş Halk Meclisi toplantılarına katılıyordu. Dolayısıyla bir araya gelip, tartışıp karar verebilecek bir sayıya sahiplerdi. Ancak Fransız Devrimi’nin öncesinde artık modern devletler ortaya çıkmıştı ve egemenliği parçalayıp verdiğimiz insanların sayısı milyonlarla ifade ediliyordu. Bunların bir araya gelerek tartışması ve belli bir konuda oy vermesi mümkün değildi. Bu nedenle Rousseau düşüncesine, emredici vekaletle bağlı, bir başka deyişle, onu seçenlerin sözünden çıkamayacak memurların toplandığı bir meclis ekledi. Burada memur kelimesi “temsilci” kelimesinin yerine bilerek kullandı. Seçilecek kişilerin kendi iradesi olmayacak, yalnızca onu seçenlerin yerelde yaptığı oylamanın sonucunu iletmekle görevlendirilecekti. Aksi yönde oy vermesi halinde derhal görevinden alınacaktı.
Bu düşüncelerle harlanan devrim alevi tam kralı ve iktidarını yutacakken devreye rahip Emmanuel Sieyès girdi. Biraz kralın yetkilerini korumak, biraz da dirsek temasında olduğu burjuva sınıfının çıkarlarını gözetmek adına kısa ancak etkili bir broşür yazdı. “3. Durum Nedir?” adını verdiği kısacık eseri Rousseau’nun açtığı yolda üretilmiş bir alternatif gibi dursa da aslında Toplum Sözleşmesi’nin etkisini ters yüz eden bir içeriğe sahipti. Sieyès de egemenliğin tek başına kralda olmadığını söylemesine karşın bu iradenin sahibi olarak halkı değil milleti işaret ediyordu. Aradaki farkın önemsiz olduğu sanılmasın. Halk yaşayan gerçek insanlardan oluşurken millet bir soyutlamadır. Bugün yaşayan insanların yanında ölmüş ataları ve henüz doğmamış gelecek nesilleri de kapsar. Bunun sonucu olarak, eğer egemenlik millete aitse bu irade yalnızca yaşayan halkın oylarıyla ortaya konamaz. Çünkü sıradan halk ölüp giden büyüklerin ve doğmamış bebeklerin iradesini ortaya koyabilecek kabilliyette değildir. Peki kim bu iradeyi ortaya koyabilir? Sieyès’e göre, sadece “millete hizmet etmiş olanlar.” Kim millete hizmet etmiştir? “Vergi verenler.” Kim vergi verir? Toprak sahipleri ve ticaretle uğraşanlar, yani aristokratlar ve burjuvalar. Ancak onlar “egemenin iradesini” ortaya koymak için seçilebilirler ve bir kez seçildikten sonra artık kendi özgür iradeleriyle istedikleri kararı alabilirler. Böylece Devrim’i birlikte yapan güçlerden biri olan burjuva sınıfı, Devrim’in ardından halkın elini sıkmış ve onu evine yollamış ama kendisi “yönetici sınıf” koltuğuna oturmuştur.
Bu gelişmenin sonucunda ne Atina demokrasisinde, ne de Rousseau’nun teorisinde olmayan bir yönetici sınıf oluştu. Temsilcilerden oluşan bu sınıf, halk tarafından bir kez seçildikten sonra artık özgürce ve dilediği şekilde halkın geri kalanını yönetebilecekti. Bir başka deyişle vatandaşlar kendi kararlarını almaktan alıkonuldu. Halkın karar alma mekanizmalarında etkili olabilmesi seçimler ve temsilciler aracılığıyla engellendi.
Buna karşın, günümüzde bize demokrasi olarak sunulanın ne olduğuna baktığımızdaysa karşımıza çok ilginç bir cevap çıkmakta: Seçimler ve parlamento! Çok açık ki bu aslında bir kandırmacadan ibaret. Demokrasinin önündeki en büyük iki engel bize demokrasi diye yutturulmaya çalışılmakta. Ve şu ana kadar da bunda başarılı olundu. Her dört senede bir “demokrasi işlesin” diye sandık başına giden biz değil miyiz? Bu yalana yıllardan beri kanmadık mı? Oysa demokrasi özgür vatandaşlardan oluşur. Ve Rousseau’nun ifade ettiği üzere “temsilcilerin olduğu hiçbir yerde vatandaşlar özgür olamaz!” Çünkü temsilcilerin olduğu yerde kendilerini yönetme özgürlükleri temsilciler tarafından çalınmış demektir. Vatandaşlar sadece “yönetilen” olabilir. Ancak yöneticisi olan bir kişinin gerçek anlamda özgür olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüz “modern demokrasilerinde” vatandaşların yönetimsel anlamda özgür olmadığı kesin. Ancak özgürlük demokrasinin temeli çünkü Atina demokrasisi, yani gerçek demokrasi özgürlük ve eşitlik üzerine kuruluydu. Vatandaşların özgür ve eşit olmadığı bir ortamda demokrasinin yeşermesi mümkün değil. Dolayısıyla yapmamız gereken bugün bize demokrasi olarak sunulan sandığa dayalı seçim sistemleriyle yetinmeyi bırakıp yönetim biçimimizi olabildiğince gerçek demokrasiye yaklaştırmak.
Bu, aynı zamanda, Yeşil hareketin 1970’lerdeki çıkış noktası olan “katılımcı siyaset” anlayışının da bir gereği. Daha sonra ekolojik krizin nedenlerini ortadan kaldırmayı da ajandasına ekleyen Yeşil hareketin çıkış noktası vatandaşların karar alma mekanizmalarına katılmasını sağlamaktı. Bunda, doğadaki çoğulculuğun ve hiyerarşinin değil, yatay düzeninetkisi elbette büyük. Zamanla ekolojik krizin etkilerinin bilimsel olarak ispatlanmasıyla birlikte Yeşil hareketin öne çıkan politikası ekoloji mücadelesi olduysa da gerçek demokrasi mücadelesi her zaman temel politikalardan biri oldu. Bunun başlıca sebeplerinden biri, ekolojik krizin çözüme kavuşturulmasının yine gerçek demokrasiyle mümkün olabileceği gerçeği.
Bugün sorunumuz bir ekolojik krizin olup olmadığı veya siyasal sistemimizin gerçek anlamda demokratik olup olmadığı değil. Çünkü bunlar artık cevapları alınmış sorular: Ekolojik bir kriz var ve siyasal sistemimiz de gerçek anlamda bir demokrasi değil. Bugün sormamız gereken soru “ekolojik krizi de ortadan kaldırmayı sağlayacak bir gerçek demokrasiyi nasıl inşa edebiliriz?” olmalı.
Gerçek Demokrasiyi İnşa Etmek
Sieyès’in kurduğu düzeni “modern devletlerde demokrasinin mümkün olabilmesi için tek yöntem” olarak savunanlar Atina demokrasisinin veya onun bir yansıması olarak ortaya çıktığını kabul ettiğimiz Rousseau’cu halk egemenliği düzeninin, yönetim ölçeğinin aşırı derecede büyümesi nedeniyle yürümeyeceğini iddia ediyor. Gerçekten de yukarıda ifade ettiğimiz üzere Antik Yunan’daki Atina site devletinin nüfusunu günümüz modern devletleriyle karşılaştırdığımızda –Lüksemburg gibi 1-2 istisna dışında- ortada oldukça önemli bir fark olduğu açık. Üstüne üstlük kadınlara oy hakkının verilerek genel oy ilkesine geçilmesi, metekler veya köleler gibi toplumsal katmanların ortadan kalkması da oy verenlerin sayısını 2-3 kat artırdı.
Bunun yanında ülkelerin toprak büyüklüğü de Atina’yla kıyaslanamaz boyutlara ulaştı. Atina, çevresindeki dağlar sayesinde dışarıdan soyutlanarak ve belli bir nüfusu hiçbir zaman aşmayarak demokrasisini kurmuştu. Oysa bugün Rusya, Çin, ABD, Brezilya veya Kanada gibi uçsuz bucaksız topraklara sahip modern devletlerden bahsediyoruz. Türkiye gibi görece küçük bir ülkede bile bugün mantıklı bir kimse kararların doğrudan halk tarafından alınabilmesi için her gün Ankara’da toplanılması gerektiğini savunamaz. Her ne kadar ulaşım imkanları artmış olsa da haftanın 3-4 günü işleri bırakarak yollara düşüp milyonlarca insanla bir araya gelip, o kalabalık içinde sesimizi duyurup kararlara katılmamızın beklenmesi, gerçekçi olmanın ötesinde uçuk bir fikir.
Zaten Rousseau da fark etmişti gerçek demokrasinin bu boyuttaki ülkelerde ve toplumlarda mümkün olmadığını. O yüzden Toplum Sözleşmesi’nde ifade ettiği düşüncesini daha sonra yazmış olduğu Polonya Hükümeti Üzerine Düşünceler eserinde güncellemişti. İstemeden de olsa, halkın kendi arasında bazı memurlar belirlemesini ve emredici vekaletle bağlanacak bu memurların toplanacağı bir meclis kurulmasını önermişti. Ancak bunlara bakarak “o haldegerçek demokrasi, yalnızca Atina’nın ve bazı Yunan site-devletlerinin tarihî süreç içerisinde bazı şartların bir araya gelmesiyle oluşturduğu istisnaî bir yönetim biçimiydi ve orada kaldı” demek mi gerekir? Gerçekten de demokrasinin günümüze temelindeki özgürlük ve eşitlik düşüncesiyle birlikte aktarılması mümkün değil mi? Gerçek demokrasinin artık mümkün olmadığını ve elimizdekiyle yetinmemiz gerektiğini kabul edip bir kenara mı çekilmeliyiz? Karar alma süreçlerine katılamadığımız bu düzeni sineye çekip yine de buna “halkın iktidarı” mı demeliyiz?
Hayır. Yeşil politika, modern zamanların getirdiği tüm yeniliklere rağmen gerçek demokrasiye yine de çok yaklaşılabileceğini iddia eder. Nasıl? Hem ülke içinde hem de küresel ölçekte özgürlüğü ve eşitliği ortadan kaldıran hiyerarşik düzenleri yıkarak.
a) Merkezî yönetimin dağıtılması
1789 Fransız Devrimi’yle birlikte yeşeren milliyetçilik düşüncesine bağlı olarak oluşan ulus-devlet kavramı merkezî yönetimleri zorunlu kıldı. Bunun temel nedeni insanların, çoğu zaman homojen olmayan, bir başka deyişle çok farklı etnik ve dinsel kimliklere sahip kesimlerin Sieyès’in düşüncesi doğrultusunda bir “millet” yaratılması adına, kimlikleriyle değil, devletle olan ilişkileri üzerinden tanımlanması ve “vatandaşa” dönüştürülmesi. 1982 Anayasası’nın 66. maddesindeki “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” formülünün kökeni de bu anlayış. Ancak bunu söyleyebilmeniz için devletin “ülkesi ve milletiyle bölünmezliğini” de anayasaya yerleştirmek zorundasınız. Çünkü aksi takdirde üst kimlikle ilgili politika sağlıklı şekilde yürütülemez. Bölgesel olarak farklılıklar olması amaca ulaşılamaması anlamını taşır.
Elbette üst kimlik yalnızca anayasa gibi temel bir belgede yer almakla edinilemez. Üst kimliğin, deyim yerindeyse, ilmek ilmek işlenmesi gerekir. Bunun için de en etkili yol “millî eğitim sistemi”. Andımız türü metinlerle, müfredata serpiştirilen milliyetçi konularla ve tarihi gerçekler “yeniden yazılarak” en küçük yaştan itibaren üst kimlik yeni nesillere işlenir. 19 Mayıs, 23 Nisan veya 30 Ağustos gibi kendi kimliğinizden değil, o ülkeye bağlılığınızdan kaynaklanan “özel günlerde” kutlama yapmanız beklenir. Ancak bu noktada kademeli bir ayrım yapmak gerekir. 1) Eğer yaratılan ulus-devlet kimliği benimsenmek istenen ve arzulanan bir kimlikse devletin baskıcı bir politika yürütmesi aşırı noktalara varmayacaktır. 2) Üst kimlik bazı toplumsal kesimler tarafından benimsenmeyen bir kimlikse devletin baskıcı politikası giderek artacak ve hatta şiddet boyutuna yükselecektir. Ve çoğunlukla bu ikinci halde alt kimliğin yaşamasına da izin verilmez zira canlı tutulması üst kimliğin varlığına karşı devamlı bir tehdit oluşturacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulma aşamasında yerlilere uygulanan soykırım, Fransa’daki yerel dillerin neredeyse yok edilmiş olması ve elbette Türkiye’de yaşanan Türkleştirme ve Sünnileştirme politikaları ulus-devletlerin üst kimlik yaratma mücadelelerine ışık tutan örneklerdir. Bu örnekler ancak merkezî bir yönetimle mümkün olabilir. Merkezdeki karar alıcılar kendilerini vatandaşların “sahibi” gibi görerek onları diledikleri gibi şekillendirmek istemektedir.
Bunun yanında merkezî ulus-devletlerde önemli projeler, genel politikalar ve hatta toplum sözleşmesi olmasına karşın anayasa vatandaşlara sorulmadan merkezdeki yöneticiler tarafından belirlenir ve uygulanır. Örneğin İstanbul’un ormanlarındaki ekolojik dengeyi yok edecek ve buna bağlı olarak İstanbulluları yakından ilgilendiren bir projede yerel halkın düşüncesinin ve onayının alınmaması, aslında, Ankara’daki yöneticilerin İstanbul’un ve İstanbulluların “sahibi” olduğu düşüncesinden kaynaklanır. Merkeziyetçi düşüncenin bir görünümü olan bu durum vatandaşları gerçek demokrasideki gibi aktif değil, pasif konumda kabul etmenin bir sonucudur. Vatandaşlar özgürlüklerini kaybedip “birileri” tarafından kendileriyle ilgili alınan kararlara maruz bırakılır. Bunun Atina demokrasisinde yaşayan birine anlatılması mümkün olamaz. “Bulabildiğimiz yöntem ancak buydu” diyerek kendinizi savunamazsınız. Alacağınız cevap “bu sizin siyasal sisteminiz olabilir ve buna dilediğiniz adı verebilirsiniz ama demokrasi diyemezsiniz” olacaktır.
Bu nedenlerle, gerçek demokrasiye ulaşmayı arzulayan yeşil hareket bugünkü düzendeki demokrasi açığını görünür kılarak bu açığı kapatmaya çalışmakta. Bunun için de en doğru politika, yönetim ölçeğini küçültmek. Bir başka deyişle “ulus-devleti Atina yapamıyorsak, Atina’yı her yere taşımak”. Evet, milyonlarca insan her gün Ankara’da toplanıp karar alamaz ama herkes mahallesinde toplanıp yerel kararlar alabilir. Aynı Gezi Direnişi’nin ertesinde görülen park forumları gibi yerel halk hiçbir sınıfsal, cinsel, etnik veya başka tür bir ayrım olmadan özgür ve eşit şekilde toplanıp tartışabilir ve bazı sonuçları kara bağlayabilir. Şehirlerde mahalleler, kırsalda köyler yüz yüze demokrasisinin işleyebileceği yerler. Önemli olan bu yerlere karar alma süreçlerinde etkin bir görev vermek. Karar alma yetkisinin yerele doğru kaydırılmasıyla vatandaşlar temsilcilere ihtiyaç duymadan karar alma mekanizmalarına katılabilir. Eksik olan tek şey bu iradenin ortaya konması.
Gelişen teknoloji bize bu konuda yardımcı oluyor. Çok basit ama önemli bir unsur olarak şehirlerdeki gece aydınlatmaları gündüz kendi işleriyle ilgilenen vatandaşların akşam siyasetle ilgilenmesi için uygun bir ortam sağlıyor. Bu imkân Atina’da yoktu. O yüzden Atina’da vatandaşlar gün boyunca siyasetle uğraşırken günlük işlerini köleler yapıyordu. Bu nedenle demokrasinin kölelik sistemine dayandığını, kölelik sisteminin olmadığı bir ortamda demokrasinin de işleyemeyeceğini söyleyen “temsilî demokrasi” yanlılarına karşı en önemli itirazlardan biri artık günümüz insanının gün ışığına muhtaç olmadığının ortaya konması. Basit ama gerçek. Ve bu bir varsayım değil. Şu gerçeği kabul etmek gerekiyor: Türkiye’de parklarda, ABD’de Wall Street’te, İspanya’da meydanlarda insanlar aylarca akşam olunca siyaset yaptı. Atina’dan tek –ve tabii ki en önemli- farkı aldıkları kararların uygulanmasını sağlayamadılar. Ama eğer o forumlarda alınan kararların uygulanması sağlanabilseydi gerçek demokrasinin yeniden işlemeye başladığını gördüğümüz tarihî anlara tanıklık edecektik.
Denebilir ki “ama yerel forumlar ancak yerel konularda karar alabilir; genel politikalar konusunda yine merkezî karar alma mekanizmalarına ihtiyacımız yok mu?” Hayır yok. Tüm toplumu ilgilendiren konularda karar alınabilmesi için referandum yöntemi kullanılabilir. Günümüz modern devletlerinden gerçek demokrasiye en yakın ülke olan İsviçre’de her sene dört adet referandum düzenleniyor ve bu referandumlarda çıkan sonuca göre ülke politikası şekilleniyor. Hatta öyle ki, İsviçreliler, belli sayıda imza toplamaları halinde tasarılı bir şekilde anayasa değişikliği teklifi sunabiliyor ve bu teklif Parlamento’ya hiç uğramadan referanduma sunulabiliyor. Referandumdan olumlu bir sonuç çıkması halinde temsilcilerin müdahale edemediği bir süreç sonucunda anayasa değişebiliyor. Anayasa değişikliklerinde uygulanabilen bu sistem neden kanunlar için uygulanamasın? Bunun önünde düşünsel engellerin ötesinde nasıl bir engel bulunmakta? Referandumların ekonomik olarak çok masraflı olduğu iddiasının gerçek demokrasinin işletilmesi ve halkın kendi kararlarını yine kendinin almasının sağlanması karşısında ne kadar değeri olabilir ki?
Kaldı ki günümüzün en büyük nimeti olarak görebileceğimiz internet referandum ve katılım süreçlerinin maliyetini hızla düşürüyor. Gelişen teknolojiyle birlikte hem bilgisayar fiyatları ucuzlamakta, hem de internete erişim kolaylaşmakta. Finlandiya gibi gelişmiş demokrasilere sahip ülkeler interneti bir insan hakkı olarak çoktan kabul etmiş durumda. Bu demektir ki, internete erişim hakkınız artık devletlere size internet imkânı sunma yükümlülüğü getiriyor. Eğer yaşadığınız yerde internet yoksa gerekli altyapının hazırlanıp www’ye bağlanabilmenizin sağlanması yöneticilerin size sunması gereken bir hizmet. Ancak biraz da paradoksal şekilde, herkese ulaşan bir internet ağının yöneticilerin görevine son verme ihtimali de mevcut.
Türkiye’de de oldukça yoğun şekilde tartışılan yeni anayasa yazım yöntemlerinden en demokratik olanı internet sayesinde İzlanda’da yaşandı. 2009’da yaşanan ekonomik krizin ardından 2010’da yapılan seçimlerle belirlenen 25 kişilik Anayasa Konseyi yeni bir anayasanın taslağının yazımında uzmanların dışında vatandaşların da görüşlerini almak istedi. Bunun için interaktif bir internet sitesi hazırlandı ve internete erişimi olan herkes –ki Dünya Ekonomik Forumu’nun rakamlarına göre İzlanda’da halkın erişim oranı 2009 yılında %93,5’ti- yeni anayasada görmek istediği düzenlemeyi bu siteye yazabildi. Krize neden olan siyasal partilerin ne Anayasa Konseyi üyeleri üzerinde, ne de halkın talepleri üzerinde bir etkisi olamadı. Vatandaşlar, toplum sözleşmelerinin maddelerini bizzat belirledi. Sonuç olarak ortaya çıkan metin Konsey’de oybirliğiyle kabul edilerek 2011 ortalarında Parlamento’ya sunuldu. Yeni anayasa projesinin bugüne kadar hayata geçememesinin tek sebebi Parlamento’daki siyasal partilerin birbirleriyle olan rekabeti ve uzlaşmaz tavırları oldu. Yani aslında halk kendi anayasasını internet yoluyla yapabildi. Sorunu yine temsilciler çıkardı.
Anayasa yazımında dahi kullanılabilen internet neden kanun yapımında kullanılmasın? Herkesin internete ulaşabildiği bir düzenin kurulması halinde evinizden veya işyerinizden kanunları bizzat kabul etme veya reddetme imkânınız varsa neden temsilciye ihtiyaç duyasınız ki? Dolayısıyla internet günümüzün Halk Meclisi haline gelmekte. Fiziksel olarak bir mekanda toplanmamıza artık gerek kalmadı. Buna bağlı olarak artık parlamento binasına ve içindeki “temsilcilerimize” de ihtiyacımızın kalmayacağı günlere doğru ilerliyoruz. Gerçek demokrasi internet sayesinde daha önce hiç olmadığı kadar mümkün bugün.
Burada karşılaşılması muhtemel en büyük sorun, Rousseau’nun halk egemenliği teorisinde de eleştiri konusu olan “çoğunluk diktatörlüğü” sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Her şeyin referandumla karara bağlandığı bir ortamda disiplinli çoğunlukların azınlık haklarına zarar verebileceği ve hatta onları tamamen yok etmek üzere hareket edebileceği düşünülebilir. Gerçekten de gerçek bir demokratik düzende çoğunlukların önünde gerçek bir engel olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Ancak kabul etmek gerekir ki, nasıl Atina’da Halk Meclisi’nin kararları yine halk tarafından oluşturulan mahkemeler eliyle anayasaya uygunluk denetiminden geçiriliyor ve anayasayla uyumlu olmayanlar iptal edilebiliyorsa günümüzde de benzer bir yöntem izlenebilir. Çünkü gerçek demokrasinin değerini anlayanlar, özgürlük ve eşitliğin sunduğu imkanları yok etmek istemeyecekler ve kendi kendilerini denetleyecektir. Gerçek demokrasi ancak herkesin özgür ve eşit olduğu bir ortamda yeşerebiliyorsa bir toplumsal grubun başka bir grup üzerinde kuracağı baskı aslında demokrasinin ortadan kalkmasına ve bu baskıcı grubun da kendi kararlarını alabilmesine imkân veren sistemin çökmesine sebep olacaktır. Böyle bir baskının sisteme zarardan başka bir şey getirmeyeceğini gören tüm toplumsal kesimler kendilerini sınırlayacak ve eğer baskıcı bir karar alındıysa bunun demokrasinin kurallarına aykırı olduğunu düşünerek iptal edecektir.
Bu noktada, yürütmenin ve yargısal denetimin sağlanabilmesi adına Atina’daki gibi Beşyüzler Meclisi benzeri organların yaratılması söz konusu olabilir. Ancak demokratik bir seçim sistemiyle veya kurayla belirlenecek bu görevlilerin amacı halkı “temsil etmek” değil, demokratik işleyişin devamını sağlamak olacaktır.
Dolayısıyla aslında demokrasinin altını oyan merkezî yönetimlerin devreden çıkartılarak Atina benzeri bir yapı içerisinde karar alınması belki eskiden değildi ama bugün mümkün.
Bunun için bize gereken şey yönetimin merkezileşmesini engellemek. Bu da karar alma yetkisinin yerel örgütlenmelere kaydırılmasıyla olabilir. Büyük ulus-devletler önce federal veya bölgeli yapıya dönüştürülmeli, ardından da bu birimlerin içerisinde de mahalleden başlayıp ilçe, il ve bölgeye doğru ilerleyen bir süreç izlenmeli. Dolayısıyla kararlar tepeden aşağı değil, aksine, aşağıdan yukarı doğru belirlenmeli. Böylece seçilmiş kişiler bizim yöneticimiz değil, kararlarımızın uygulayıcısı haline gelecektir.
Kabul etmek gerekir ki bu dönüşüm bugünden yarına olabilecek bir dönüşüm değil. Fakat hemen bugün atacağımız adımlarla ve yapabileceğimiz değişikliklerle bu uzun yola bir an önce çıkmamız gerekiyor. Öncelikle de yerel yönetimler düzeyinde demokrasinin hayata geçirilebilmesi için, klasik ve tek katılım yöntemi olan seçimlere, ülkemizde uygulanmayan bazı geleneksel ve çağdaş katılım yöntemlerini ekleyebiliriz. Örneğin seçilmiş yerel yönetimlerin, belli sayıda seçmenin imzası ile gidilecek halkoylamasıyla düşürülebilmesi mümkün olmalı. Halkın tüm kesimlerine açık, toplantı tarih, saat ve yerleri önceden duyurulan, düzenli olarak toplanmanın yanısıra olağanüstü durumlarda da hızla toplanabilen halk meclisleri kurulabilir. Belediyeler, kendi içlerinde, mevcut projelerin tartışılacağı ve üyeleri rastlantısal olarak halk arasından seçilecek gönüllülerden oluşacak planlama grupları kurabilir. Belediyeler aracılığıyla, toplumsal seviyede kendilerini yeterli şekilde ifade edemeyen grupların (örneğin engelliler, kadınlar, çocuklar, vb.) görüşlerinin alınacağı yurttaş kurulları kurulabilir. Mevcut ve planlanan projelerle ilgili olarak işin uzmanlarının çağırılacağı yuvarlak masa toplantıları yapılabilir. Anketlerle kamuoyunun görüşü sürekli olarak alınabilir. Belediye Meclisi toplantıları düzenli olarak halka duyurulabilir ve toplantılara halk davet edilebilir. Kolay kullanılabilir internet sayfaları ile halkın görüş ve şikâyetini yerel yönetime doğrudan ve masrafsız şekilde aktarması sağlanabilir.
Bunlar yalnızca bazı örnekler. Ve bu örneklerin hayata geçmesi için hiçbir ek bütçeye de gerek yok. Yalnızca siyasal iradeye ihtiyaç var.
b) Küresel düşünmek
Ülke içinde yöneticilerin yarattığı hiyerarşik yönetim yapısını aşmak ne ekolojik krizden çıkmak ne de demokrasinin yeniden inşa edilmesi için yeterli olur. Çünkü yukarıda bahsedilen merkezî yönetime karşı mücadelenizde başarılı olsak bile bu dünyamızın belli bir noktasındaki önemli ama etkili olmaktan uzak bir kazanım olabilir ancak. Eğer evimiz dünyayı korumak istiyorsak düşüncelerimiz ve yaptıklarımız ülke sınırlarını aşmalıdır.
Sınır denilen şey aslında yapay ve yaratılmış bir kavram. Fransız Devrimi’ni besleyen egemenlik ve ulus-devlet teorisinin bir devamı olarak sınırlar bize öğretilen bir olgu. Elbette ki ulus-devletlerden önce de sınır kavramı vardı ancak ulus-devletlerin ortaya çıkardığı sınır kavramı insanları birbirinden ayırdı ve birbirine düşman etti. Sanki bir devlete ait topraklarda yaşayan insanlar diğerlerinin hep düşmanı olmuş gibi, milliyetçilik en küçük yaşlardan başlayarak toplumlara aşılandı. Bebeklerden katiller yaratıldı.
Sorun küreselse, çözüm de ancak küresel politikalarla gelebilir. Anlamamız gereken, devletler arası sınırların yalnızca kafamızda olduğu. Eğer bu düşünceyi aşıp dünya üzerindeki tüm toplumların aslında bir bütün olduğunu kabul edersek işte o zaman dünyamızı kurtarmak için bir umut ışığı yakabiliriz. Hepimiz aynı gezegenin farklı noktalarında yaşayan aynı türün üyeleriyiz. Bizim bugün yaşadığımız çatışmaların sebebi de tarihin bu anında yaşadığımız için, bu ana özgü yapılanmalar. Devlet denilen bu yapılanmanın beslendiği alanlardan biri “diğeri” kavramı. Sınır kavramına bu yüzden muhtaç zaten. Kendini ve toplumunu “diğerinden” ayırt ederek onu düşman belliyor. Böylece sana dönüp “bak seni koruyorum, ben olmazsam savunmasız kalırsın” diyerek kendine yönelik bir ihtiyaç yaratıyor. Buna bağlı olarak “diğer” ülkeyi fethediyor, doğal kaynaklarını tüketiyor, sömürüyor, esir ediyor ve hatta yok ediyor. Bunların hepsini kendini zenginleştirmek ve ayakta tutabilmek için yapıyor. Ama yeni yeni anlıyor ki “diğerine” verdiği zarar aslında dönüp dolaşıp kendisine de dokunuyor.
Devletlerin bunu görmeye başlamasındaki en önemli neden yeşil politikanın da temel dayanağı: Daha önce reddedilen veya görmezden gelinen ekolojik krizin sınır tanımadığı artık anlaşıldı. Tüm dünyayı sömüren, gittiği her yere zulmünü ve egemenliğini taşıyan ABD gibi dev bir güç bile Katrina Kasırgası sonrasında acınacak bir hale düştü. Bu sonucu, ABD’nin hem devlet olarak hem de şirketleri eliyle dünyanın her yerinde yürüttüğü doğal kaynakların sınırsızca tüketilmesi politikasından bağımsız düşünmemek gerekir. Aynı gerçek endüstrileşmiş tüm ülkeler için geçerli. Ancak daha kötüsü bu devletlerin yarattığı doğal yıkımın en büyük etkilerinin kapitalist doktrin tarafından “gelişmemiş” olarak nitelenen ülkelerde görülmesi. Yoksul ada devletleri batıyor, kara devletlerinde ise ya seller ya da kuraklık hem insanların hem de diğer canlıların yaşamına mal oluyor. Gelişmiş ülkelerin doğal kaynakları sınırsızca sömürmesinin ve iklim değişikliğine neden olan politikalarının cezasını, doğal kaynakları ellerinden alınıp sömürülen yoksul ülkeler çekiyor.
İşte bu nedenle Yeşil politika yerel olamaz. Yalnızca ülke içerisinde dengenin sağlanması ve hiyerarşik yapının yataylaştırılması yeşil politikanın amacına ulaşmasını sağlayamaz. Hem ekolojik krizin durdurulması hem de dünya üzerindeki yatay dengenin sağlanabilmesi için yeşil politika küresel olmalı ve sınır tanımamalı. İşte zaten bu yüzden dünya üzerindeki Yeşil hareketler birbirleriyle iletişim halinde ve birbirini destekliyor. Yeşil hareket üyeleri ortak kongre, konferans ve kamplarla politikalarını birlikte belirliyor. Bu yüzden yeşil politika yerel ama aynı zamanda uluslararası bir mücadele. Ve bu kesinlikle bir çelişki değil. Bu, Yeşil hareketin doğasından kaynaklanıyor. Çünkü hiyerarşik yapıların terk edilerek yerel halka yetki verilmesi ve bunun küresel çapta gerçekleşmesi ekolojik krizin engellenmesi için tek çözüm.
Sınırları ortadan kaldırarak yürütülen bir politikanın sahibi olan bir hareketin, ulus-devletlerin temel dayanaklarından olan milliyetçilik ve savaşa karşı olması kadar doğal bir şey olamaz. Milliyetçilik küresel mücadeleyi engellemek için insanları birbirlerine düşman eder; savaş ise aslında komşu olsalar çok da iyi anlaşabilecek insanların birbirlerini öldürmesi için yaratılmış yapay bir senaryonun sahneye konmasından başka bir şey değildir. Yeşil hareket işte bu tiyatronun gözler önüne serilmesi için milliyetçiliğin ne kadar yıkıcı bir politika olduğunu her fırsatta dile getirir. Aynı nedenlerle savaşlara ve zorunlu askerliğe karşıdır, vicdani ret hakkını destekler. Savaşın, şiddetin yüceltilmiş hali olması nedeniyle şiddeti toplumun her kesiminden kaldırmayı amaçlar. Bu nedenle küresel olarak yeşil hareket pasifisttir ve her türlü şiddete karşıdır.
Şimdiye kadar bahsedilen her şey çok ilginç ve aynı zamanda çok mantıklı şekilde birbirini tamamlar. İlk bakışta aralarında ilişki yokmuş gibi görülen ekolojik krizle şiddet karşıtlığının aslında göbekten bağlı olduğu ortaya çıkar. Çünkü, tıpkı doğada olduğu gibi, yönetim sistemlerinde de her şey birbirine derin bağlarla bağlıdır. Nasıl burjuva devlet yapısı kapitalist sisteme, kapitalist sistem sömürüye, sömürü savaşlara ve savaşlar da milliyetçiliğe dayanıyorsa ve bunların her biri var olabilmek için diğerlerinin varlığına muhtaçsa, yeşil politikanın hayal ettiği ve kurmak istediği sistem de doğayla uyumlu yaşamaya, doğal kaynakların korunmasına, yaşamın yüceltilmesine, barışa ve gerçek demokrasiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bunların her biri aynı anda talep edilmelidir. Ama nasıl?
Yapılması Gerekenler
Yeşil hareket bugünkü yönetim yapısının tüm unsurlarına muhalif bir hareket. Bu açıdan bakıldığında diğer siyasal hareketlerden ayrılıyor çünkü aslında sistemi “düzeltmeyi” değil, baştan inşa etmeyi amaçlıyor. Bu nedenle yerel yönetimlere yetki aktarılmasından erkek şiddetinin önlenmesine, doğal kaynakların korunmasından savaşların durdurulmasına, milliyetçiliğin önlenmesinden iklim değişikliğine kadar çok çeşitli alanlarda topyekün bir mücadele içerisinde. Mevcut sömürü sisteminin yarattığı sonuçların Doğa Ana tarafından gösterilmeye başlandığı bir dönemde doğruları göstermek artık daha önemli. Mücadelenin artırılarak devam etmesi gerekiyor.
Bunun için hem ülke içerisinde hem de uluslararası boyutta kitlesel desteğin edinilmesi hayati önemde. Seattle’da veya Kopenhag’daki dev gösteriler önemliydi ama yeterli olmadı. Kapitalist devletler sallandı ama yollarına devam etti. Çünkü etmezlerse yok olacaklarını biliyorlar. Ekonomik durgunluk onlar için ölüm demek. O yüzden sürekli büyüme saplantısı içinde daha fazla doğal kaynak tüketimine ve daha fazla sömürüye yöneliyorlar. Ve bu sırada dünyada hayat bitiyor. Türler yok oluyor, ormanlar kesiliyor, yerli halklar yerlerinden ediliyor ve direnenler öldürülüyor, denizler ısınıyor ve yükseliyor ancak devlet liderleri bunları görse de politikalarını değiştirmiyor. Değiştiremezler. Çünkü devletlerinin devamı için bu sömürüye muhtaçlar. Ancak devletlerin çıkarına olan bu sistem ne yazık ki bu sefer insanlar ve diğer canlılar için ölüm demek. Sağlıklı bir doğanın sonu, hastalık, açlık, susuzluk ve sefalet demek.
Doğal dengenin korunması ve gerçek demokrasinin inşa edilebilmesi için onlar harekete geçmiyorsa biz onların yerine geçeriz. Güçlü ve kitlesel hareketler yaratıp karar alma mekanizmalarını etkilemeli ve hatta o koltuklara oturmalıyız. Her alanda, her konuda ve her fırsatta sistemin yanlışlarını gösterip insanların ilgisini doğru olana yönlendirmeliyiz. Çevremizdekilere ve hatta tanımadıklarımıza açlıklarının veya sağlık sorunlarının nedeninin doğal kaynakların korunmamasıyla, doğanın ve insanların sömürülmesiyle yakından ilgili olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmalıyız. Siyasette partilerle, doğanın tahrip edildiği yerlerde yerel halkın yanında derneklerle ve platformlarla, akademide öğretim üyeleri ve öğrencilerle, sokakta gönüllülerle ve sivil toplum kuruluşlarıyla ve mahkemelerde avukatlarla, savcılarla ve hakimlerle yeşil mücadeleyi ısrarla devam ettirmeliyiz.
Ancak nihai çözüme ulaşmak için öncelikle yapmamız gereken doğrudan demokrasi yöntemleriyle yerel halkın karar alma süreçlerine katılmasını sağlayan mekanizmalar inşa etmek. Sistem izin versin veya vermesin, etkili olsun veya olmasın. Yerelde gerçek demokrasi bilincini bir kez oluşturduğumuz zaman ve insanlar gerçek özgürlük ve eşitliğin anlamını bir kez kavradığı zaman sistem ne kadar hiyerarşik ve şiddet düşkünü olursa olsun, orada mücadele kazanılmış demektir.
Foucault’nun dediği gibi “baskının olduğu her yerde direniş vardır”. Biz bu kapitalizm ve devlet baskısına karşı yeşil bakış açısıyla direnişi örgütlemeli ve doğayı içine düşürdüğümüz ekolojik krizden kurtarmalıyız. Çünkü doğanın sömürüden kurtarılmadığı bir ortamda insanın ve diğer canlıların kurtarılması da mümkün olamaz. Bir başka deyişle, doğanın kurtuluşu insanlığın ve tüm canlıların da kurtuluşunu getirecektir. Doğanın ve insanların özgürlüğü ise gerçek demokrasinin hayata geçebilmesi için en önemli önşarttır.
Bir kez bu gerçekleştiğinde artık yapılması gereken, her şeyin ve herkesin birbirine bağlı tek bir sistemin parçası olduğu bilinci üzerinden, gerçek anlamda demokratik bir sistemin küresel ölçekte inşa edilmesi olacak. Bugün attığımız her adım, bu yolda atılmakta olan bir adım. Yol uzun olsa da, doğa ve insanlık için devam etmeliyiz.