Gördüklerim, duyduklarım, düşündüklerim…

Kafayı yerinde tutmak için yazmak: Soma, aile, kapitalizm ve kölelik üzerine düşünceler

Demonstrators march ahead of next week's G20 summit in LondonBir süredir tek derdim akıl sağlığımı korumak. Hani bir akademisyen vardı, sanırım Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışıyordu. Bir gün Boğaziçi Köprüsü’nden atlamıştı; arkasında “dünyada çok acı var” notu bırakarak. Bugünlerde daha fazla anlıyorum kendisini. Hiçbir zaman intihar eğilimim olmadı ama bugünlerde “bu kadar acıya, baskıya, aşağılamaya, şiddete ve yüzsüzlüğe nasıl oluyor da katlanıyoruz?” diye düşünmeden edemiyorum. Özellikle Soma’da yaşanan büyük acı psikolojimi fena sarstı. En son Berkin’in ölüm haberinde bu kadar sarsılmıştım. O da uzak bir tarih değil tabi ama… Ne kadar sık devasa acılar yaşıyoruz artık. Tabi Soma için devasa kelimesi bile küçük kalıyor.

Uğur Dündar’ın Soma’da yaptığı Halk Arenası’nın bir bölümünü izledim. Hayatta kalan madencilerin hepsi madende çalışmaya mecbur olduklarını söylüyor. Çünkü ailelerine bakmaları gerekiyor, çünkü bankalara borçları var… Oturup üzülerek izliyoruz. Halbuki ortada çok ama çok büyük mantıksızlık yok mu? Köy ortamında borç olur mu hiç ya? Köy ortamında ailenin geçim derdi olur mu hiç? Köy dediğin kendi kendine yeten, paranın olmadığı bir kapalı ekonomidir. Dedemin ilgisiz bir konu anlatırken söylediği cümle beynime kazınmıştı: “Biz paranın ne olduğunu şehre gelince öğrendik.” Gerçekten de paranın ne işi var köyde? Bu insanlar neden tarım yapmıyor da madene iniyor? Soma Türkiye’nin en verimli topraklarının olduğu bir bölge. Yere ekmek atsan ekmek ağacı çıkar. O derece. Bu insanlar nasıl geçim sıkıntısı yaşar? Somalılar neden bankaya borçlanır lütfen birisi bana bunu açıklasın?

Bu yaşıma kadar ekonomiden çok anlamadım. Ekonomiye dair yazılar da okudum ara sıra ama her okuduğum şeye genelde “evet ya, çok mantıklı”dan daha ileri bir tepki veremedim. Sürekli bir şaşırma ve aydınlanma hali yani. Kesinlikle bildiğim tek şey kapitalizmin kötü bir şey olduğu. Bu nedenle, şimdiye kadar ekonomik görüşümü soranlara sadece “anti kapitalistim” cevabını verdim. Ama Soma’daki katliam -evet, kaza değil katliam- ve sonrasında madencilerin söyledikleri… fikirlerimin değişmesine değil belki ama derinleşmesine neden oldu.

Üstüne bir de akıl sağlığımı kaybetmemek ve biraz kafa dağıtmak amacıyla başladığım “Açlık Oyunları” serisinin kitapları geldi. Bu kadar kötü bir seçim yapamazdım cidden. Serinin ikinci filmini bitirdiğimde yanımdaki arkadaşa “burada bitemez” diye bağırmıştım! Çok kritik bir yerde bitmişti film ve devamını deli gibi merak etmiştim. Bunun üzerine kitapları okumaya karar vermiştim. Şimdiye kadar zamanım olmadığından okuyamamıştım. Kafam dağılsın diye başlayayım dedim ama unuttuğum gerçek daha ilk sayfalarda suratımda patladı: Kahramanımız Katniss Everdeen’in üyesi olduğu 12. mıntıka kömür madencisi! Ve üstelik Katniss’in babası madendeki bir patlamada seneler önce ölmüş. Mıntıkada inanılmaz bir sefalet var. Açlıktan ölmek hiç az rastlanan bir şey değil. Bütün ekonomi maden üzerine kurulu. Çünkü tarım başka mıntıkaların işi. Ama sanmayın ki onların karnı tok. Onlar da açlıkla pençeleşiyorlar. Neden? Çünkü 1’den 12’ye tüm mıntıkaların üretimleri başkent “Capitol”e gidiyor. Capitol’de inanılmaz bir lüks, şatafat ve bolluk var. Öyle ki insanlar hiç durmadan yiyebilmek için ara sıra kendilerini kusturucu bir içecek içiyorlar. Yani aslında gerçek zenginliğin ve emeğin olduğu yerde sefalet, aslında hiçbir şeyi olmayan ve çalışmayan insanların olduğu yerde ise israf var.

Bu kitap bir distopya yani kötümser gelecek kitabı olmasına karşın Soma’yla nasıl da örtüşüyor değil mi? İstanbul’da, Ankara’da ve diğer büyük şehirlerde insanlar lüks içinde yaşarken, her ailenin 2-3 arabası ve mutlaka full HD devasa televizyonları varken, 12-13 yaşında çocuklar bile ellerinde son model telefonlarlar dolaşırken ve tüm bunların hepsi için elektriğe ihtiyacımız her geçen gün artarken, o elektriği sağlayan kömürü çıkartanlar sefalet içinde öldü. Ve her gün ölmeye devam ediyorlar. Üzüldük, yas tuttuk ama sonra düzen aynen devam etti. Ve bu sadece bu ülkenin değil, tüm dünyanın düzeni. Sizin için büyük mutluluk demek olan tektaş pırlanta, Afrikalılar için ölüm demek. Trafikte kalacağınızı bile bile bindiğiniz o son model arabayı çalıştıran petrolün kontrolü için milyonlarca insan öldü ve ölüyor Irak’ta, Venezüela’da veya Libya’da. Daha geçen sene gardrobunuzdaki t-shirtlerin çoğunu üreten Bangladeş’te bile bile çürük bir binada üretim yaptırılan 1000’den fazla işçi yıkılan binanın altında kaldı. Bu sistem ölüm üzerine kurulu. Biz tüketirken birileri bizim tüketmemiz için ölüyor. Neden? Çünkü bize o ürünleri almamız gerektiğini, aksi takdirde “fakir” olacağımızı söyleyen şirketler bu ölümlere göz yumuyor. Çalıştırdıkları insanlar onlar için sadece üretim yaptıkları ve şirketlerine para kazandırdığı ölçüde değerli. Yoksa zerre kadar önemleri yok. Ölürlerse de yerlerine yenileri gelir.

Tüm bunları düşünürken BBC HD’de “Worst Place to be” diye bir belgesel-programa denk geldim. Londralı bir çöpçüyü alıp Endonezya’nın başkenti Cakarta’da resmî şekilde çöp toplayıcılığı yapan bir adamın yerine koydular. Daha ilk gece Londralı çöpçü gözyaşlarını tutamadı. Sefalet karşısında yapacağı hiçbir şey yoktu. 1,5 metre genişliğinde bir barakada, fareler ve sinekler arasında geçen yaşamları ilk kez görmüştü. Kendi günde 5-6 saat çalışırken Cakartalı çöpçü günde sadece 5-6 saat uyuyabiliyor, geri kalan her dakikasındaysa çalışıyordu. Kendini toplumunda alt sınıf gibi görürken aslında kendinden ne kadar aşağıda yaşam şartları olduğunu idrak etti. Ama şu bağlantıyı kurmadı: “Cakarta’daki bu durumun sorumlularının başında bu düzenin mimarı Londra hükümetleri var. Çünkü senelerce dünyayı sömürdük, her yerde koloniler kurup insanları köle yaptık. Acımasız üretim ve tüketim sistemimizi tüm dünyaya yaydık ve işte sonucu bu oldu. Batsın bu düzen!” Bunun yerine evine yalnızca “kendi halime şükredeyim ve isyan etmeyeyim” düşüncesiyle döndü.

Yani sistem her zaman “dibin de dibin var, bu çukur sonsuz. Dolayısıyla haline şükret” mesajı verdi. Ha bir de isyan etmemek için zincirler yarattı. Ne gibi? Somalı madencilerin de, Cakarta’daki o çöpçünün de aklında hep aynı şey: Ailem. Eğer çalışmaz da isyan edersem eşime ve çocuklarıma kim bakar? Nasıl yaşarız? Kişinin bir eşinin ve çocuklarının olması yani size bağımlı birilerinin bulunması bu adaletsiz düzene isyan etmenin önündeki en büyük engel. Bunu görünce 1982 Anayasası’nın 41. maddesindeki “aile Türk toplumunun temelidir” ibaresi daha bir anlam kazandı. (Aslında Marx bunu “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde yazmış sanırım ama henüz okuyamadım. Sürekli aklımda ama henüz bir fırsat bulamadım) Eğer isyanı engellemek istiyorsa hükümetlerin sürekli evliliği ve çocuk sahibi olmayı teşvik etmesi çok mantıklı değil mi? Yoksa iki kişi arasındaki ilişki ve cinsel münasebet neden devletin derdi olsun ki? Umrunda olmazdı. Ama umurunda. Hem de felaket şekilde. Eğer ataerkil bir kültür yarattıysanız, o kültür içinde erkeği evlendirip bir de çocuk sahibi olmasını sağlarsanız artık o erkek ve dolayısıyla ona bağımlı olan eş ve çocuklardan korkmanıza gerek kalmaz. Ne yaparsanız yapın isyan edemeyeceklerdir. Bu noktada çok açık bir soru: Bu kölelik değil de ne?

Buna benzer bir duruma Hardt ve Negri’nin Duyuru’sunda Borçlandırılanlar başlığı altında rastlamıştım. Bana göre biraz fazla ekonomi içerse de bölümden beynimde geriye kalan düşünce şuydu: Eğer birisini borçlandırabilirseniz artık ondan korkmanıza gerek kalmaz. Çünkü artık o borcunu ödeyebilmek için sizin istediğiniz şartlarda çalışmak ve hiçbir şekilde isyan etmemek zorundadır. En iyi borçlandırma şekillerinden biri son zamanlarda çok popüler olan mortgage kredisi. Bir kez mortgage’a girdiyse kişi 10’larca sene tehlikesiz hale gelir. Ama en iyisi tüketici kredisi! Düşünsenize! Hem tüketmesini sağlayarak kazanıyorsunuz, hem de ürettirirken hangi şartları dayatırsanız dayatın isyan edemiyor. İdeal köle!

İşte son haftalarda kafamda sürekli bunlar var. Okuduklarım, duyduklarım, tartıştıklarım hep aynı yere varıyor: Kapitalizm olduğu sürece Soma’lar olacak, Cakarta’daki çöpçü hiçbir zaman rahat gün göremeyecek ve kölelik devam edecek. Zincilerinden kopup isyan edenler şiddetle bastırılacak, dövülecek, vurulacak, marjinalize edilecek ve kölelerin köleliklerinin farkına varması engellenecek ve düzen %1 lüks içinde, dilediği gibi israf edebilsin diye devam ettirilecek.

Ben bunun bir parçası olmayı reddediyorum. Şimdilik kendimce aldığım kararlar içinde aile kurmamak ve borçlanmamak var. Şehirde yaşayan biri olarak kapitalist tüketimimi sıfırlayamam ama elimden geldiğince azaltabilirim. Ve bunlara ek olarak yapabildiğim, işte buradan kapitalizmin sefil düzenini ifşa ve Soma’ya samimi şekilde üzülenleri sistemin çarkına çomak sokmaya davet etmek.

Not: Daveti kabul ederseniz de devrim yaparsak dans edeceğiz değil mi? 🙂

One comment on “Kafayı yerinde tutmak için yazmak: Soma, aile, kapitalizm ve kölelik üzerine düşünceler

  1. davud efe camgöz
    24/10/2014

    Hocam yazınızı okurken aklıma konuyla alakalı olarak izlediğim bir begesel geldi, belgesel beni de aynı tarz düşüncelere itti, izlemiş olabilirsin fakat izlemediyseniz ve izlemek isterseniz link: http://unutulmazfilmler.com/capitalism-a-love-story-kapitalizm-bir-ask-hikayesi.html

Yorum yazmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bilgi

This entry was posted on 23/05/2014 by in Düşünceler, Güncel and tagged , , , .

Bu blog'u takip etmek için mail adresinizi yazınız

Diğer 17.335 aboneye katılın

Twitter’dan

En son yayınlananlar

%d blogcu bunu beğendi: