Beni bilen bilir, zamanlı ölüme üzülmem. Ölüm de hayatın bir parçası sonuçta. Bunu bilerek yaşıyoruz. Sağlık sorunları nedeniyle vefat eden birine ancak veda edilmeli. Ve bazen, o kişi sizin hayatınıza önemli katkılarda bulunduysa, bir de teşekkür.
Pazar günü Erdoğan Teziç’in ölüm haberini aldığımda üzüldüm dersem yalan olur. İlk tepki olarak, şaşırdım. Bir süredir hiç haberini almamıştım. Hasta olduğunu da bilmiyordum. En son Galatasaray Üniversitesi’nde, sanırım Mezunlar Günü’nde görmüştüm. Yine son derece dinç ve güler yüzlüydü. Ölüm haberini beklemiyordum.
Bu ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra, kendisine veda ettiğim bir tweet attım. Ancak sonra, düşününce, bu vedaya bir teşekkürün de eklenmesi gerektiğini düşündüm. Çünkü hayatımdaki etkisi çok büyüktü Erdoğan Hoca’nın.
Galatasaray Lisesi’nde okuduğum süre boyunca müdürümdü. Galatasaray Üniversitesi’ne girdiğimdeyse, bu sefer rektörüm olarak buldum onu karşımda. “Sanki beni takip ediyor” diye düşündüm en başta. Ama benim onu takip ettiğimi sonradan fark ettim.
Her yerde söylerim: Galatasaray Lisesi’ni Galatasaray Lisesi yapan ne yönetimi, ne eğitimi, ne de hocalarıdır. O liseyi farklı kılan binası ve öğrencisidir. Beyoğlu’nun o kozmopolitliği, sanat ve eğlence mekanlarına yakınlığı ve her yerin kitapçı olması öğrencisini açık görüşlü ve yaratıcı yapar. Kollarını iki yana açmış, sizi kucaklayan mimarisiyle ikinci ve hatta, eğer bir de yatılıysanız, birinci eviniz olur. Oraya ait hissedersiniz kendinizi. Binasının tarihi ağırlığı üzerinize sorumluluk yükler. Der ki bina, “ben yüzyıllar boyunca sultan yetiştirdim, Osmanlı’nın Batı’ya dönük yüzü oldum, şimdi de her şeyin en iyisi benden çıkar”. Siz de bunu hissedip, ne olacaksanız en iyisi olma ihtiyacı hissedersiniz. Gerçekten de sanatçının en özgünü, büyükelçinin en kıvrak zekalısı, mühendisin en güveniliri gibi, tutunamayanın en çaresizi, dolandırıcının en ahlâksızı, döneğin en fırıldağı da Lise’den çıkar. Buna bir sebep de, farkı yaratan ikinci neden, yani öğrencidir. Hangi lisede öğrenciler sabahlara kadar siyaset konuşur, birbirlerine yazar tavsiye eder, edebiyat dergisi çıkarır, kimseden yardım almadan herkese açık ve ücretsiz müzik festivali düzenler diye bir soru varsa aklınızda, cevabı Galatasaray Lisesi’dir. Ve bu ortam sizi pişirir. Savunduğunuz görüşü daha iyi savunmak ve komünist, anarşist veya milliyetçi arkadaşlarınıza cevabı yapıştırabilmek için okumaya başlarsınız. Okudukça daha çok okursunuz. Okudukça daha çok tartışırsınız. Neden anlatıyorum bunları? Şunun için:
Lise’de kendimi, komünist, anarşist ve milliyetçi arkadaşlara karşı kemalist olarak konumlandırmıştım. (Kendimi artık “kemalist” olarak tanımlamıyorum ama hâlâ da Türkiye için kemalizmi savunurum. Aydın olduğunu iddia edip ülkeyi bataklığın dibine sürükleme basiretsizliği gösteren “yetmez ama evet”çilerin -hadlerineymiş gibi- bir aşağılama sıfatı olarak kullandığı, tu-kaka ettiği, her olur olmaz şeye yakıştırdığı “kemalizm” değil tabi bu.) Kemalizmin “1923 Aydınlanma Dergisi” yorumunu benimsemiştim. 6 İlke’den sol olanların, yani halkçılık, devrimcilik ve devletçiliğin yeniden canlandırılması gerektiğini, yarım kemalizm olamayacağını, kemalizmin özünde laiklik, özgürlükçülük ve demokrasi olduğunu savunuyordum. Neyse… Lise’de bu düşüncelerimi savunmak için ulusal kuruluş tarihini hatmetmiştim. Bulduğum her şeyi okuyordum. Sanırım Lise 2. sınıftaydım. Bir 10 Kasım töreninde kürsüye çıkıp konuşma yapmak için oldukça kapsamlı bir metin hazırladım. Tabi tören resmî olduğu için müdürden, yani Erdoğan Teziç’ten izin almam gerekiyordu. Gittim, metni verdim ve durumu izah ettim. Göz ucuyla metne baktı, o kadar uzundu ki metin, mümkün değildi elbette böyle bir şey. Ama kaldırıp kafayı bana “ne olmak istiyorsun sen?” diye sordu. Ben de “Mülkiye’ye gitmek istiyorum Hocam, siyaset bilimi okuyacağım” dedim. Uzun zamandan beri kesin kararlıydım. Sabahlara kadar süren o kadar tartışma boşa gidemezdi! O zaman bana, hayatımı değiştiren şu soruyu sordu: “Madem öyle, o zaman neden hukuk tercih etmiyorsun? Hukuk okursan Mülkiyelilerin girdiği sınavlara girip yine istediğin konuma gelebilirsin. Ama belki de hâkim, savcı, avukat veya akademisyen de olabilirsin.” O ana kadar hukuk okumak aklımın ucundan geçmemişti. Ama, madem öyle, “neden olmasın?” dedim.
Galatasaray Üniversitesi’nin Galatasaray Lisesi ve diğer frankofon okullar için yaptığı iç sınavda, Lise yılları boyunca yaptığım tartışmaların ve okuduğum kitapların neticesini gördüm. Bütün bir gün süren üç aşamalı sınavın son aşaması Fransızca metin sorusuydu ve konu küreselleşmeydi. İki saat boyunca neler yazdım artık hatırlamıyorum ama sınavdan çıktığımda yüzüm gülüyordu. Nitekim, sonuçlar açıklandığında, daha önce hayalini dahi kuramayacağım şekilde Hukuk Fakültesi’ne girmiştim.
Ve rektör olarak karşımda yine, beni oraya getiren Erdoğan Teziç vardı. Birlikte Ortaköy’e gelmiştik. Müdür olduğu sırada Beyoğlu’ndaki tarihi binaya nasıl yakışıyorsa, Ortaköy’deki eski Saray binalarına da o kadar yakışıyordu. Hazırlık sınıfının ardından Fakülte’ye başladığımda bu sefer, Anayasa Hukuku Hocamız olarak karşımdaydı. Asla taviz vermediği mütevazı şıklığı, yumuşak ses tonuyla bile sınıfı avucunun içine alması, tüm kibarlığıyla yaptığı ince politik espri ve eleştirileri bizde kalıcı etkiler bırakıyordu. Yapmacık değil, tamamen doğal bir asaleti o kadar rahat taşıyordu ki gittiği her yere. Yavaş yavaş anayasa hukuku konularında ilerleyince anladım ki, çalıştığı alanı çok iyi anlamış, bilgisini özümsemiş ve doktora yaptığı Fransa’nın tarihini, sistemini ve ilkelerini benimsemiş bir Hoca vardı karşımızda. Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline döşediği Fransız Devrimi’nden gelme taşları onun sayesinde çok daha rahat görebiliyordum artık. Elbette Erdoğan Hoca’nın da etkisiyle, siyasetten hukuka geçiş yapan ben, siyasetin hukuku olan anayasa hukukunu keşfetmenin mutluluğunu yaşıyordum. Bir anayasa hukukçusu olmayı kafama koymuştum.
İşte tam da o sıralarda, Erdoğan Teziç’in beni değil, benim onu takip ettiğimi fark ettim. O da Galatasaray Liseliydi, ben de. O da voleybolcuydu, ben de! Ha oü Galatasaray A Takımı’nda ve millî takımda oynamıştı, bense en iyi olduğum zaman Galatasaray Genç Takımı’na ancak yedekten girebilmiştim, tabi millî takım ufukta bile görünmüyordu ama çok önemli değildi bu fark. İkimizin de göçmen çocuğu ve mavi gözlü olması da mı rastlantıydı yani? 🙂 Ve ama en önemlisi, ben de şimdi anayasa hukukçusu olma yolunda ilerliyordum. Bence aramızda oldukça ilginç, metafizik denebilecek bir bağ vardı.
Galatasaray Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanlığı yaptığım sene daha yakından tanıma fırsatı buldum Erdoğan Hoca’yı. Öğrencilerle ayak üstü konuşurken ne kadar samimi ve içtense, konu rektörlüğe gelince bir o kadar ciddi ve ihtiyatlı olduğunu gördüm. Her şeyin hukuka ve usullere uygun yapılması en büyük endişesiydi. Bir anayasa hukukçusu olarak hukukun üstünlüğünü ne kadar benimsemiş ve kendi hayatına da aktarmış olduğunu o zaman anladım. Hakkaniyetli ve açık görüşlüydü. İlk kez onun rektörlüğü sırasında Öğrenci Konseyi olarak Üniversite Senatosu’na girebilmiş ve öğrencileri temsilen düşüncelerimizi açıklayabilmiştik. Öğrencileri, çoğu rektör gibi, “yönetilmesi gereken düşman” veya “disipline edilmesi gereken canavarlar” olarak görmüyor, Üniversite’nin öğrenciler için var olduğu düşüncesiyle hareket ediyordu. Sorunlara birlikte çözüm bulunması, özellikle öğrenci kulüplerinin sorunlarının çözülmesi için çok uğraştı. Öğrencilerin güvenliği amacıyla, kampüsü ikiye ayıran Çırağan Caddesi’nin altından geçen tünelin yapılması için de bürokrasiyle çok mücadele etti. Yoğun çabanın sonunda tünel seneler sonra açılabildi. Onun zamanında Galatasaray Üniversitesi, yeni kurulmuş bir kurum olmasına karşın Türkiye’nin en önemli üniversiteleri arasında yer buldu.
Sonra, YÖK’e Başkan oldu. Ancak bu sırada iktidar değişmiş, siyasal rüzgâr tersine dönmüştü. Fransız Devrimi’ne ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine uygun davranış ve kararları okların hedefi olmasına sebep oldu. Bugünden baktığımda, o dönemki kararlarının bazılarının hatalı olduğunu düşünüyorum hâlâ. Aslında zaten, özgürlükçü ve aydın biri olarak onu YÖK gibi otoriter ve akademik özgürlük karşıtı bir kurumun başına sanırım hiçbir zaman yakıştıramadım. Görev süresi bittiğinde artık yorulmuş olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Nitekim bu görevinin sonrasında artık çok ortalarda görünmedi. Haklı şekilde. O yapacağını yapmış, Türkiye’nin en önemli ve hâlâ kendi alanında en iyi olan anayasa hukuku eserlerini yayınlamış, çok sayıda öğrenci yetiştirmiş, onları aklı, bilgisi ve asaletiyle etkilemişti. Artık emekli olabilirdi.
Prof.Dr Erdoğan Teziç’in öğrencisi olmak, bir ayrıcalık olarak hayatım boyunca taşıyacağım bir gurur olacak. Onunla aramda kurduğum bağ da hep var olmaya devam edecek. Voleybol konusunda onu geçmem artık imkânsız. Ama umarım anayasa hukuku konusunda onu aşmayı başarabilir ve devrettiği bayrağı daha ileriye taşıyabilirim. Çünkü, Aydınlanma’nın ve bilimin ışığını içinde hisseden gerçek bir akademisyen olarak onun da arzusu buydu eminim.
Elveda Hocam. Ve çok teşekkürler.