Artık eskiden olduğu gibi bir yerleri ele geçirmek için orduyu hareket geçirmek, binlerce asker göndermek gerekmiyor. Karşınızdaki ülke ticarette size bağımlıysa gümrük vergilerini yükseltmekle tehdit edip istediğiniz kısmını kendinize bağlayabilirsiniz. Trump’ın Kanada, Grönland ve Panama’ya yönelik tehditleri bunun son örnekleri.
(Bu yazı ilk olarak Aposto‘da yayınlanmıştır.)
Artık eskiden olduğu gibi bir yerleri ele geçirmek için orduyu hareket geçirmek, binlerce asker göndermek veya yerden ve havadan bombalamak gerekmiyor. Eğer güçlü bir ekonomiye sahipseniz ve karşınızdaki ülke ticarette size bağımlıysa gümrük vergilerini yükseltmekle tehdit edip istediğiniz kısmını kendinize bağlayabilirsiniz.
Trump’ın Kanada, Grönland ve Panama’ya yönelik tehditleri bunun son örnekleri. Buraya nasıl geldiğimizi anlamak için biraz tarihe bakalım.
Bugün içinde bulunduğumuz ulus-devletler tarihin belli bir aşamasında ortaya çıktı. 17. ve 18. yüzyıla yayılan bu süreci tetikleyen ve bugünkü gibi “belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar üzerinde iç, diğer ülkelere karşı ise dış egemenliğe sahip” bir ülke şeklinde örgütlenmemize neden olan unsur, ekonomik altyapıdaki değişimdi.
Bunlar öncesinde küresel ekonominin merkezi Hint Okyanusu’ydu. 18. yüzyılın sonlarına dek dünyanın en büyük ekonomileri doğal kaynaklar ve verimli topraklar bakımından zengin olan Asya’daydı. Avrupalıların elinde Çinlilerden, Müslümanlardan veya Hintlilerden çok daha az sermaye vardı. 1500-1800 yılları arasında dünya nüfusunun, ekonomik aktivite ve ticaretin çok büyük çoğunluğu Asya’daydı.
Ancak Asya imparatorlukları, ticaret odaklı değildi. Bürokratik ve askerî seçkinler tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler, savaşları vergiler ve yağmayla finanse ettikleri için bankalara veya kredi sistemlerine fazla ihtiyaç duymadı. Buna nedenle bankerlerle yatırımcıların çıkarlarına kayıtsızdı. Doğal kaynak olarak altın veya gümüş değil de sadece kömürü olan ve topraklarında da çok fazla bir şey yetişmeyen Avrupa’daysa krallar ve generaller ister istemez ticari bakış açısını benimsemek durumunda kaldı.
Okyanuslara dayanıklı gemilerin inşa edilebilir hâle gelmesiyle Hindistan’a deniz yoluyla ulaşmak amacıyla keşifler başladı. Bunların finansmanı büyük paralar gerektirdiği için küçük ve zayıf yönetimler yarışta ya geride kalarak yok oldu ya da geride kalmamak için birleşmek durumunda kaldı.
Böylece bölgesel yönetimler güçlenerek görece az sayıda bağımsız devlet oluştu. 16. yüzyılda Jean Bodin’in Roma İmparatorluğu’na özgü düşüncelerle kralın mutlak karar alma iktidarının nedenlerini açıklamak için ortaya attığı “egemenlik” kavramı, bu yeni devletlerin uluslaşarak birleşmesinin ve daha sonra diğerleriyle ilişkilerinde bir güç mücadelesine girmesinin yolunu açtı.
Daha büyük siyasal birimler arasındaki bu yeni ilişkiler ağı, devletin iç siyasal düzeninin denetim altına alınmasını, devletin bütünselliğinin, sürekliliğinin, güvenilirliğinin ve etkinliğinin sağlanması amacıyla yönetimin kurumsallaşmasını sağladı. Ayrıca her devlet, yönetim biçimini iyi düzenlemek ve böylece merkezin iradesinin devlet sınırları dahilindeki tüm topraklarda ivedi, eşit ve güvenilir olarak iletilmesini ve gerek görüldüğünde toplumdaki kaynakların örgütlenmesini istemek zorundaydı.
Piyasalaşma sürecinden önce iktidar, çoğu zaman fetih, ele geçirme, yağma, kölelik ve dinsel güç siyasal araçlarla bir elde yoğunlaşıyordu. Bu süreçte devletin rolü belirleyiciyken piyasanınki değildi. Ancak bir kez burjuvazi güçlenip piyasalaşma süreci başladığında, iktidar önce ekonomik araçlar aracılığıyla ele geçirildi ve devletin bu süreçteki rolü, onu meşrulaştırmaktan ibaret hale geldi. Böylece, iktidarın kimin elinde toplandığına dair tarihî bir dönüşüm yaşandı. Artık gerçek iktidar krallar değil, burjuvaydı. Devlet, tüccarların amaçlarını yerine getirmek için kullandıkları bir araca dönüştü.
Şirketlerin en başından beri, az ya da çok bugün gördüğümüz şekilde var olduklarına dair bir inanç besleriz.
Kiliseleri, okulları, üniversiteleri ve daha geniş bir seviyede belediyeleri içeren bu kurumların ne yapabilip ne yapamadıkları en başlarda çok sıkı şekilde denetleniyordu. 1500’lerin sonuna doğruysa İngiltere’de Krallık, ticari işletmelere de şirketleşmek için ruhsat vermeye başladı.
Bunlardan biri de Hindistan’daki ticareti tekeline almasını sağlayacak şekilde Doğu Hindistan Şirketi’ne verildi. Hintli pek çok tüccar, çıkarlarının silahlı birlikleriyle ülkeye gelen bu şirket tarafından, o sırada birbiriyle savaşmakta olan altı kraldan daha iyi bir şekilde savunulacağını düşündüğünden, bu yapıyla iş yapmaya başladı. Başta her şey olağan şartlarda giderken sonrasında Doğu Hindistan Şirketi, daha önce yapılmamış bazı eylemlere girişti: Kendi içinde hisseler yarattı ve oluşturduğu borsada bunların ticaretine başladı. Böylece üyeleri için kâr yaratıyordu.
Oysa bu durum tüzüğünün izin vermediği bir durumdu, dolayısıyla hukuka aykırı hareket ediyordu. Ancak bu yöntemle herhangi bir yaptırımla karşılaşmadan kârını artırması üzerine, diğer şirketler de onu izledi. Bugünkü şirketlerin temeli bu şekilde atılmış oldu.
James Watt’ın keşfettiği buhar makinelerinin dokuma tezgahlarıyla çırçır makinelerine bağlanması tekstilde daha önce görülmemiş miktarlarda ucuz ürün üretilebilmesini sağladı. Ancak bir sorun vardı: 1750 yılında dünyadaki tekstil ürünlerinin %25’ini Hindistan üretiyordu. Bu hâkimiyete son verebilmek için merkantalist politikalara geçildi ve kanunlarla İngiltere’ye bitmiş tekstil ürünü ithalatı yasaklandı.
Bu, diğer Avrupalı şirketlere örnek teşkil etti. Bunlar, kolonileştirdikleri topraklardan elde ettikleri hammaddeleri Avrupa’daki ulus-devletlerine taşıdı. Burada üretilen bitmiş ürünler, yüksek fiyatlarla yağmalanan ülkelere satıldı. Böylece Batı Avrupa’da, özellikle de İngiltere ve Fransa’da endüstrileşme ve sermaye birikimi hızla ilerlerken, dünyanın geri kalanı giderek fakirleşti. Bir başka deyişle, bugün Küresel Güney olarak adlandırılan ülkeler bilerek ve isteyerek geri bırakıldı.
Bir kez bu başarıldıktan sonraysa bu sefer merkantalist politikalar tersine çevrilip “serbest ticaret” başta İngiltere olmak üzere Avrupalılar tarafından genel kural hâline getirildi. 20. yüzyıla da yayılan, “liberalizm” ve “özgürlük” gibi siyasal terimlerle de süslenen bu ekonomik düzen, önce Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar eliyle uluslararası hukuka dönüştü. 1990’lardaysa yerini bir üst sürümü olan neoliberalizme bıraktı.
Neoliberalizm, devletin piyasaya karışmamasını sağlayan klasik kapitalist düzenin de ötesine geçerek, devleti piyasanın emrine tahsis etti. Artık burjuva sınıfı devletten sadece kendisine ve haklarına dokunmamasını değil, egemenlik yetkilerini daha fazla kâr edebilmek için önünü açması ve zor duruma düştüğünde onu halkın vergileriyle yeniden ayağa kaldırması için kullanmasını da bekliyor. Eskiden sadece parlamentolar eliyle kuralları koyan ve yürütmeden bu kurallara saygı göstermesini bekleyen burjuvazi, şimdi yürütmeyi de ele geçirmiş olmanın verdiği güçle sınırsız bir yönetim kapasitesine erişmiş durumda.
Trump bir iş insanı. Başka da bir özelliği yok. Onun ABD Başkanlığını kazanmasını ve Kanada, Grönland ve Panama Kanalı’nı ABD’ye bağlama söylemini işte bu tarihî bağlamda düşünmeliyiz. Zaten kendisi de bu bölgelerin ABD’ye bağlanmasını isterken temel nedenin “ekonomik çıkarlar” olduğunu söylemekten çekinmiyor. Eğer istekleri yerine getirilmezse bu ülkelere karşı gümrük vergilerini yükselterek ticareti kısıtlayacağını söylüyor.
Bu şartlar altında, neoliberal ekonomi politikaları çerçevesinde tamamen burjuvaziye teslim olmuş olan Kanada ve Danimarka, Trump’ın söylemlerine karşı doğru düzgün bir cevap bile veremiyor. Kanada’da Başbakan Justin Trudeau, zaman kaybetmeden istifa etti ve kenara çekildi. Büyük olasılıkla “benden sonra tufan” diyor. Danimarka’da ise Başbakan Mette Frederiksen, Trump’ın açık tehditlerine karşı “Grönland’ın geleceğine Grönlandlıların karar vereceğini” söyleyip krizi yumuşatmaya çalışıyor; Genelkurmay veya Savunma Bakanı ile değil, şirket CEO’larıyla toplanıyor.
Trump’ın tehditlerine açık şekilde cevap verebilen tek ülke Panama oldu. Dışişleri Bakanı Javier Martinez-Acha, “Panama Kanalı’nı kontrol eden tek el Panamalılarındır ve bu böyle kalacak” dedi. Ülkenin Devlet Başkanı José Mulino ise tehditleri Birleşmiş Milletler’e taşımak için Trump’ın göreve başlayacağı 20 Ocak’ı bekliyor.
Kanada veya Danimarka gibi Küresel Kuzey’in iki “güçlü” ülkesinin değil de zayıf bir Güney ülkesinin Trump’a karşı dik durabilmesini sağlayan neoliberalizmin bu ülkede henüz tam hâkimiyet kuramamış olması ve klasik egemenlik anlayışının devam ediyor oluşu. Tabii bu durum onları bu sefer de askerî müdahale tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor ama işler o raddeye varacak mı, göreceğiz.
Şimdilik gördüğümüz, günümüzün neoliberal dünyasında vergilerin güçlü bir silaha dönüştüğü.
Görsel: Ben Kothe | The Atlantic