Gördüklerim, duyduklarım, düşündüklerim…

“İdeal” denen başkanlık sistemi bir ayda yıkıldı: Trump, rejimin zayıflığını nasıl kullandı?

ABD tarihinde çok sayıda siyasal kriz var. Hepsi bir şekilde çözülmüş. Ancak bugün Trump’ın yaptığı başka bir şey. Üç kuvveti de ele geçirmiş bir kişi olarak başkanlık rejiminin zayıflıklarını kullanıyor ve sınırsız bir iktidar yaratıyor. Önümüzdeki dört yıl boyunca ne yaparsa yapsın onu durdurabilecek bir güç yok.

(Bu yazı ilk olarak Aposto‘da yayınlanmıştır.)

2017’deki anayasa değişikliği referandumu öncesinde—yanlış şekilde—yoğun olarak başkanlık rejiminin olumlu ve olumsuz tarafları tartışılmıştı. Bu tartışma yanlıştı çünkü oylanacak olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” bir başkanlık rejimi değil, sınırsız yetkilere sahip bir tek adam rejimiydi. Nitekim geçen sekiz senede endişelerin haklı olduğu ortaya çıktı. Ülkede kuvvetler ayrılığı ve bağımsız yargı ağır yara aldı. Tabii bunlara bağlı olarak hem demokrasimiz hem ekonomimiz serbest düşüşe geçti.

Halbuki bizi referandumda “evet” oyu vermeye çağıranlar (aralarında anayasa hukukçuları da vardı) bunun bir başkanlık rejimi olduğunu ve bu rejimin ne kadar güzel sonuçlar verdiğini görmemiz için hem insan haklarının hem de ekonominin çok güçlü olduğu ABD’ye bakmamız gerektiğini söylüyordu. Bugün Trump’ın ABD’sine baktığımızda gördüğümüzse bunun da doğru olmadığı.

Başkanlık rejiminin kökeni: İngiltere’deki fiili kuvvetler ayrılığı

Başkanlık rejiminin mantığını anlayabilmek için ortaya çıktığı 1787 yılının biraz öncesine gitmek gerekiyor. 17. ve 18. yüzyıllar Avrupa’da yeni bir ekonomik sınıf olarak burjuvazinin ortaya çıktığı zamanlar. Bilimsel devrim ve teknolojik gelişmelerin sonunda okyanuslara dayanıklı gemilerin yapılması Avrupalı tüccarların yeni topraklar ve doğal kaynakları keşfetmesini sağladı. Ucuza mâl ettiği kaynakları buharlı makinenin icadıyla seri üretimde kullanmayı beceren tüccarlar hızla zenginleşti ve eski düzene, yani aristokrasinin ve kralın egemenliğine kafa tutmaya başladı.

İngiltere’de 1215 tarihli Magna Carta ile başlayan kralın sınırlanması süreci güçlenen burjuvaziyle hızlandı. Önce kendine parlamentoda Avam Kamarası’yla yer edinen burjuvazi, daha sonra Muhteşem Devrim’le (Glorious Revolution) psikolojik ve siyasal üstünlüğü ele geçirdi. Yüzyıllara yayılan bir sürecin sonunda ekonomik sınıflar arasında bir denge oluştu: Kral yürütme, burjuvazi yasama ve aristokrasi bir nevi yargı organına dönüştü (zamanla aristokrasiyle yargı arasında bağ koptu ve yargı bağımsızlaştı).

Montesquieu’nün dünyayı değiştiren yalanı

Bu sırada Fransa’da ise buna benzer evrimsel bir süreç yaşanmadı. Aristokrasi, güçlenen burjuvaziye karşı Kral’la dayanışmayı sürdürdü ve ekonomik altyapıdaki değişime direndi. Elbette bu durum, aynı bir depremi ortaya çıkaran plakalar arasındaki gerilim gibi, altyapıyla üstyapı arasında bir gerilime neden oldu. Nitekim bu gerilim 1789’da Fransız Devrimi olarak ortaya çıktı. Zira Victor Hugo’nun dediği gibi: 

“Vakti gelmiş bir düşüncenin önünde hiçbir ordu duramaz.”

Fransızları Devrim’e götüren yolu döşeyenlerden biri Charles Louis de Secondat, diğer adıyla, Montesquieu idi. 1748’de yayımlanan Kanunların Ruhu (L’Esprit des Lois) adlı eserinde “İngiltere’ye gittiğini, orada devlete ilişkin yetkilerin birbirinden bağımsız üç kuvvete verildiğini, kuvvetler arasındaki bu denge sayesinde temel hak ve özgürlüklerin yeşerecek ortam bulduğunu” yazdı. 

Aslında yazdıkları yanlıştı. Yaptığı analiz gerçeklerle uyuşmuyordu. Zaten daha sonra İngiltere’ye hiç gitmediği de ortaya çıktı. Ama yazdığı eser yine de dünyanın siyasal tarihini değiştirdi çünkü yazdıkları ABD’nin kuruluşunun temelini oluşturdu.

ABD’nin ve başkanlık rejiminin ortaya çıkışı

İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonileri, vergilendirme politikalarındaki haksızlıklara karşı isyan edip 1776’da bağımsızlıklarını ilan etti. Eski krallarına karşı savaşı kazandıktan sonra anayasayı yazmak üzere toplanan Kurucu Babalar’ın (Founding Fathers) bildiği tek devlet örneği Birleşik Krallık’tı. Ancak başlarına yeni bir kral gelmesini istemiyorlardı. Zaten Amerika topraklarında bir aristokrasi de yoktu. 

Bu nedenle, Montesquieu’nün yazdıklarına uygun şekilde, yürütme organını oluşturacak olan Başkan’ı seçimle belirlemeye karar verdiler. Yasamayı kendi içinde ikiye bölüp bir meclisin tüm ABD halkını, diğer meclisinse eski kolonileri (yeni eyaletleri) temsil etmesini sağladılar. Yargı da bağımsız olarak bu iki organı denetlemekle yetkilendirildi. Böylece kuvvetlerin ayrı ayrı seçildiği, birbirlerinin işine karışamadığı ama birbirlerini denetleyebildikleri bir sistem oluşturdular. İşte başkanlık rejimi böyle ortaya çıktı.

Geniş toprakları, zengin doğal kaynakları, diğer güçlü devletlere uzak coğrafi konumu, doğru ekonomi politikaları ve güçlü temel hak ve özgürlükler bilinciyle ABD giderek gelişti; dünyanın süper gücüne dönüştü. Bu da başkanlık rejiminin küresel popülaritesini artırdı. Geçmişteki sorunlarına çare arayan ve “ABD gibi olmak isteyen” bazı devletler başkanlık rejimine geçti. Ancak buralarda sonuçlar ABD’dekinden çok farklı oldu.

ABD dışında başkanlık rejimi: Ya iç savaş ya diktatörlük

Bir zamanlar ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülen Güney Amerika ülkelerinde ve Afrika’da en çok rastlanan siyasal rejim, başkanlık sistemi. Ancak tarih bize gösterdi ki bu ülkelerde başkanlık rejiminin kabul edilmesinden sonra işler iyiye gitmedi; bilakis, çok kötü gitti. Bu ülkeler ya iki kutba bölünüp iç savaşa sürüklendi ya da muhalefetin başkan tarafından baskılanmasıyla birlikte diktatörlük hâlini aldı. Peki, neden bu ülkelerde ABD’deki gibi güçlü demokrasi ve ekonomi oluşmadı?

Bunun çok basit bir sebebi var: Çünkü başkanlık rejimi, biraz önce aktardığım ABD’nin kendi geçmişine göre özel olarak tasarlanmış bir sistem. Üstelik, yeterli güvencelere sahip olmadığı için oldukça zayıf. Sert kuvvetler ayrılığına bağlı olarak, başkan bir defa seçildiğinde, artık dört sene boyunca (çok istisnai impeachment süreci dışında) görevden alınamıyor. Yasama organı olan Kongre, istemezse bütçeyi onaylamayarak ülkeyi kilitleyebiliyor. Anayasa son derece kısa olduğu için Yüksek Mahkeme, maddeleri istediği gibi yorumlayabiliyor ve hak ve özgürlükleri dilediği gibi genişletip daraltabiliyor. 

Kısacası, potansiyel olarak başkanlık rejiminde üç kuvvet de kendi kafasına göre hareket edebilir ve sistem durabilir.

ABD’de neden şimdiye kadar kriz çıkmadı?

Başkanlık rejiminin ABD’de iyi işlemesinin üç sebebi var (ve bunlar başka ülkelere transfer edilemiyor). Bunlardan ilki, disiplinsiz parti sistemi. ABD’deki siyasal partiler bizdeki gibi kendi içlerinde bir disiplin sistemi olan katı yapılar değil. Seçim dönemlerinde biraraya gelen, seçim sonrasındaysa tabiri caizse dağılan yapılar. O yüzden, bir defa Kongre üyesi seçildiğinizde, artık “lidere bağlılık” gibi bir derdiniz olmuyor. Aklınıza yatmadığında (veya bir lobiden yeterli “bağışı” aldığınızda) kendi partinizin aksi yönünde oy verebiliyorsunuz ve “disiplin cezası alma” veya “partiden atılma” gibi bir endişeniz olmuyor.

İkinci olarak, biz sadece dört yılda bir yapılan başkanlık seçimine odaklanıyoruz ama aslında ABD’de iki senede bir seçim oluyor. Kongre’yi oluşturan iki kanattan biri olan Temsilciler Meclisi’nin tamamı, diğer kanat olan Senato’nunsa üçte biri iki senede bir yenileniyor. Dolayısıyla, ülkede bir siyasal kriz olduğunda (ki tarihte çok kereler oldu) seçmenler oylarını kullanarak bu krize çözüm üretebiliyor.

Son olaraksa, ABD tarihinden ve demografisinden kaynaklanan demokrasi ve insan haklarına bağlılık, bu ülkede başkanlık rejiminin iyi işlemesinin temel unsurlarından bir diğeri. ABD Anayasası’nın birinci eki (First Amendment) temel hak ve özgürlükleri sıralıyor ve bunlar ABD halkı tarafından da içselleştirilmiş durumda (en azından şimdiye kadar öyleydi). Özellikle ifade özgürlüğünün önünde, gerçekten açık ve yakın bir tehlike oluşturmadığı sürece, hiçbir engel yok.

Trump’ın farkı

Bugün ABD’de daha önce görülmemiş bir kriz yaşanmakta ve bunun bir nedeni Trump’sa diğeri başkanlık rejiminin zayıflığı. İlk döneminde utangaç diyebileceğimiz Trump, şimdi çok daha deneyimli ve üstelik maruz kaldığı yargı süreçleri nedeniyle de öfkeli. Sistemin zayıflıklarını kullanarak intikam alma derdinde. Buna, düşman olarak gördüğü kişileri (kendinden olmayan herkesi) işinden atmakla başladı.

Yetkilerinin sınırının belirsizliğini kullanarak Elon Musk’ı DOGE adını verdiği yeni verimlilik kurumunun başına getirdi. Musk, sekreter olarak (bizdeki bakanların karşılığı) atanmadığı için Senato onayı dahi almadan resmî kurumları denetlemeye ve finansal gerekçelerle bürokratları işlerinden atmaya başladı. İki milyon memura, Musk’ın Twitter’ı satın almasından sonra çalışanlara gönderdiğinin benzeri bir e-posta gönderildi ve istifa etmek isterlerse buna “resign” yazarak cevap vermelerinin yeterli olduğu söylendi

Ne daha önce buna benzer bir şey yaşandı ne de bunun kanuni bir dayanağı var.

Sınırsız bir iktidara doğru

Trump, kanunla onaylanan federal yardımları yine verimlilik gerekçesiyle kesti. Bir mahkeme buna dur dedi ve yasama emri olduğu için yardımların kesilemeyeceğine karar verdi. Ancak Trump, bu kararı görmezden geldi ve uygulamadı. Başkan Yardımcısı J.D. Vance, yargının yürütmenin yetkilerine dair denetleme yetkisi olmadığını iddia etti. Bir başka deyişle, başkanlık rejiminde kuvvetlerin birbirini dengelemesinin tek güvencesi olan denetleme sistemini devre dışı bıraktı.

Bir önceki döneminde kendine yakın ve genç üç Yüksek Mahkeme yargıcı belirleme şansını yakalayan Trump, yargı sisteminin en tepesindeki mahkemeyi zaten kendine bağlamıştı. Şimdi mevcut davalara da karışmaya başladı. Son zamanlarda Trump’çı hâline gelen New York Belediye Başkanı Eric Adams’a açılan davaların düşürülmesini istedi. Buna tepki gösteren savcılar, aslında Cumhuriyetçi kökenli olmalarına karşın, bu baskıyı protesto amacıyla istifa etti.

Başkanlık rejimi idealinin sonu

ABD tarihinde çok sayıda siyasal kriz var. Hepsi bir şekilde çözülmüş. Ancak bugün Trump’ın yaptığı başka bir şey. Üç kuvveti de ele geçirmiş bir kişi olarak başkanlık rejiminin zayıflıklarını kullanıyor ve sınırsız bir iktidar yaratıyor. Önümüzdeki dört yıl boyunca ne yaparsa yapsın onu durdurabilecek bir güç yok. 

  • 250 yıl önce kurulmuş başkanlık rejiminin düzgün işleyen tek örneği de gözümüzün önünde çöküyor.

2017 öncesinde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bir başkanlık rejimi olmadığını, sınırsız bir iktidar yaratılmasına neden olacağını, hak ve özgürlüklerimizin güvencesiz kalacağını söylüyorduk. Bugün haklı olduğumuz ortaya çıktı. Oylanan gerçekten bir başkanlık rejimi olsaydı dahi bunun güçlü bir rejim olmadığını, ABD’de dahi kriz çıkarabileceğini söylüyorduk. Trump’ın son bir ayda yaptıkları, bu konuda da haklı olduğumuzu ispatlıyor.

Yorum yazmak ister misiniz?

Bu blog'u takip etmek için mail adresinizi yazınız

Diğer 855 aboneye katılın

Twitter’dan