Sokak köpekleri konusunda uygulanmamış bir kanunun sorunu çözmediğini söylemek, tarife uymadan yaptığınız yemeğin tadından şikayet etmeye benziyor. Bu durumda sorun tarifte değil, sizin aşçılığınızdadır. Nereden mi biliyoruz? Tarihten. Hollanda ve Romanya örnekleri üzerinden, sokak köpeklerine farklı yaklaşımlar ve Türkiye’nin önündeki seçenekler.
(Bu yazı önce Aposto‘da yayınlanmıştır.)
Gündemi bir süredir meşgul eden sokak köpekleri konusunda AK Parti’nin önerisi en sonunda Meclis Başkanlığı’na sunuldu. Kelimenin gerçek anlamıyla, önerinin en “can alıcı” kısmı, 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesinde yapılan değişiklik.
Bugünkü hâliyle “al-aşıla-kısırlaştır-yerine bırak” formülünü içeren düzenlemeden “yerine bırak” kısmı çıkarılıp, “ne olursa olsun geri bırakma” formülüne geçilmek isteniyor. Toplanan köpeklerin nasıl geri bırakılmayacağı karışık. Sahiplendirme ve “kaliteli” barınaklar da seçenekler dahilinde “ötanazi” de.
Bense bu yazıda öneriyi başka bir açıdan ele almak istiyorum: Bilimden uzaklık. Üstelik bilim dediğim de nükleer fizik değil, tarihte yaşanmış daha önceki deneyimlerden ders almak.
Bilimin ilerlemesinde çeşitli yöntemler vardır. Bunlardan biri de ampirik yöntemdir. Bu yönteme göre, bir teorinizin doğru olup olmadığını test ederek öğrenirsiniz. Toplumları veya kanunları laboratuvar ortamında test edemeyeceğiniz için sosyal bilimler ve hukuk alanında bu yöntem, tarihsel veriler analiz edilerek yapılır. Ampirik yöntemi Türkiye’deki sokak köpekleri vakasına uyguladığımızda şöyle ilginç bir durumla karşılaşıyoruz:
Öncelikle, kanun değişikliği önerisini veren AK Partili vekillerin iddiası “mevcut kanunun yetersiz kaldığı.” Gerçekten de bazen bazı kanunlar belli bir sorunu çözmekte yetersiz kalabilir ya da en başta yeterli olan bir kanun, zamanla şartların değişmesi nedeniyle yetersiz hâle gelebilir. Bu olduğunda o kanunun değiştirilmesi olağandır.
Ancak bir kanunun yetersiz olduğunu söyleyebilmeniz için öncelikle onu uygulamış olmanız gerekir. Uygulanmamış bir kanunun belli bir sorunu çözmediğini söylemek, tarife uymadan yaptığınız yemeğin tadından şikayet etmeye benziyor. Bu durumda sorun tarifte değil, sizin aşçılığınızdadır. Aynı şekilde, uygulanmadığını itiraf ettiğiniz bir kanunun yetersiz olduğunu iddia edemezsiniz; sorun kanunda değil, sizin 20 yıllık iktidarınızdadır. Zaten bu vekillerin iddiasının aksine, mevcut kanun bu sorunun çözümünde gayet yeterli.
Nereden biliyoruz? Tarihten.
19. yüzyıl öncesinde Hollanda’da köpek sahibi olmak toplumsal sınıflarla ilgili bir prestij meselesiydi. Zengin sınıflar, avcılık gibi “sporlara” zaman ayırabiliyorlar ve bunun için de köpek sahibi oluyorlardı. Cins av köpekleri, vurduğunuz hayvanları size getiriyordu.
Daha yoksul sınıftan olanlarınsa sadece işlerine yardımcı olması için baktıkları kırma köpekleri bulunuyordu. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, özellikle zengin gibi görünmek isteyenlerin de etkisiyle Hollanda’da köpek popülasyonu arttı. Tam da bu sırada ülke çapında bir kuduz salgını patlak verdi. Hastalığın evlerine geleceği korkusuyla neredeyse herkes köpeklerini sokağa terk etti. Yani bir kuduz salgınının ortasında sokaklar köpek doldu. Buna bağlı olarak toplumun köpeklere bakışı da değişti. Artık yalnızca bu salgından korunabilen çok zenginlerin köpek sahibi olabileceği düşünülmeye başlandı.
Bunu fırsat bilen Hollanda hükümeti bir “köpek vergisi” saldı ve hem gelirini artırmak hem de köpek sahibi olmayı çekici olmaktan çıkarıp sayıyı azaltmak için köpek sahibi olan herkesten belli bir miktar para alacağını duyurdu. Ancak bu fikir ters tepti ve bazıları bu vergiyi ödemek istemediği, bazıları da ödeyemediği için daha fazla köpek sokağa terk edildi.
Bu nedenle, 1960 gibi görece yakın bir zamana kadar Hollanda sokaklarında çok sayıda köpek vardı. Ancak bu tarihte Hayvanları Koruma Kanunu kabul edildi ve ardından da sokakta yaşayan hayvanların sayısının kademeli bir şekilde azaltılması için kapsamlı bir program devreye sokuldu. Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü’nün (WOAH) de en etkili ve doğru yöntem dediği bu program kapsamında öncelikle, ülke çapında ücretsiz bir kısırlaştırma kampanyası yürütüldü. Sahipli-sahipsiz demeden ülkedeki her köpek sağlık kontrolünden geçirildi ve aşılandı. Bunlara paralel olarak, hem halkın barınaklardan köpek edinmesi teşvik edildi hem de hayvan terk etmek şiddet sayıldı ve yasa dışı hâle getirildi.
Sahiplendirilmeyen köpekler alındıkları yere bırakıldı. Tüm kampanya merkezî hükümet tarafından finanse edildi. Ayrıca çoğu belediye, kendi yetkisi dahilinde, pet-shop’lardan alınan köpeklere yüksek vergiler getirdi ve böylece köpek edinmek isteyenleri barınaklara yönlendirmiş oldu. Bu programın ve genel olarak Hayvanları Koruma Kanunu’nun düzgün uygulanmasını sağlamak adına bir “Hayvan Polisi” birimi kuruldu. Bu birim hem hayvanlara yönelik şiddet vakalarında devreye girdi hem de örneğin, hayvanını terk edenlerin peşinden gitti.
Bunun nedenini yine bilim insanları açıklıyor: Eğer bir bölgedeki köpekleri alır ve bir daha aldığınız yere bırakmazsanız, onun yeri derhal yeni köpeklerle dolar. Üstelik bu köpekler henüz aşılanıp kısırlaştırılmadığı için hemen çoğalarak yeni alanlarındaki nüfusu artırma yoluna gider. Çünkü artık eski köpekler orada olmadığı için hem alanları büyümüştür hem de gıdaya erişimleri artmıştır.
Artık kısır olduğu için üreyemeyen bu köpekler kendi alanlarını korumaya devam ederken siz diğerlerini kısırlaştırırsanız ve bir de sahiplenmeyi teşvik ederseniz sayı zamanla kendiliğinden azalır. Ha yok, “Ben illa ötanazi uygulayacağım” derseniz ne olur? Onun da test edilmiş onaylanmışı var. Hep beraber bakalım.
Romanya’da 1990’ların başından itibaren artan bir sokak köpeği popülasyonu var. Bu sorunun gündemi işgal ettiği zamanlardan birinde, 2001 yılında bir “Acil Durum Kararnamesi” yayımlandı ve belediyelere “saldırgan ve rehabilite edilemeyecek durumdaki” köpeklere ötanazi uygulama yetkisi tanındı.
Üstelik diğer köpekler de toplanacak ve 7 gün içinde sahiplenilmeyenler de aynı akıbete uğrayacaktı. Çok acımasız görünmemek için “ötanazinin yalnızca anestezi altında ve veteriner hekimler tarafından uygulanacağı” düzenlemeye eklendi.
Ancak sonuç tam bir kaos oldu. Çünkü her şeyden önce toplama, anestezi, ötanazi iğnesi ve veteriner hekim istihdamı büyük paralar gerektiriyordu. Üstelik bunun için öncelikle bir altyapı hazırlanması lazımdı. Oysa bizimkiler gibi bütçesi sınırlı Romanya belediyeleri bu masrafları karşılayamadı ve köpeklere eziyet ve şiddet engellenemedi.
İki yıl içinde, çoğunlukla bu kurallara uyulmadan 80 bin köpek toplandı, korku ve acılar içinde öldürüldü. Bu büyük katliamın sonunda sokak köpeği sayısı bir süreliğine azaldı azalmasına ama 2005’te yeniden ve bu kez daha hızlı şekilde artmaya başladı. Çünkü şehirlerin dışında, özellikle de çiftliklerde yaşayanların köpekleri üremeye devam etti ve çiftlik sahipleri işlerine yaramayacağını düşündükleri köpekleri şehir kenarlarına terk etti. Onlar da öldürülen köpeklerin yerini alıp hızla üredi. 2005’te sadece Bükreş’te günde 40-50 saldırı rapor edilmeye başlandı.
2004’te kabul edilen Hayvanları Koruma Çerçeve Kanunu’nda 2008’de yapılan değişiklikle bu sefer ötanazi—istisnai bazı haller dışında—yasaklandı. Ancak bu da başka bir sorun yarattı: Toplanan köpekler barınakları doldurdu ve sistem kilitlendi.
Sokak köpeklerinin popülasyonu bu uygulama yetersizlikleri nedeniyle artarken 2013 yılında 4 yaşındaki Ionut Anghel köpek saldırısında hayatını kaybetti. Ortaya çıkan toplumsal tepki üzerine Romanya Parlamentosu yalnızca bir hafta içinde yeni bir kanun hazırlayarak 266’ya 23 gibi ezici bir çoğunlukla kabul etti.
Peki sorun çözüldü mü? Hayır. Kanunun kabul edilmesinin ardından Bükreş’te 150 binden fazla köpek öldürüldü. Ancak popülasyonun azaltılması için ayrılan bütçelerin çoğu ötanaziye gitti ve kanunun öngördüğü diğer sorumluluklara para kalmadı. Örneğin çipleme ve toplumsal eğitime ayrılan bütçe yok denecek kadar az. Bu nedenle kısırlaştırma oranları hâlâ çok düşük. Hayvan terk edenler için öngörülen cezalar neredeyse uygulanmıyor.
Bu nedenle Bükreş’in çevre mahallelerinde ve ormanlarda hâlâ çok sayıda köpek var ve sayı azalacağına artıyor. Barınakların durumu içler acısı çünkü buraları işletenler köpekleri değil, kârlarını önemsiyor. Bu barınaklar ve yakalama ve ötanazi işlemleri için açılan ihalelerin sürekli “yandaşlar” tarafından kazanıldığını söylemeye gerek bile yok. Zaten bu nedenle ne merkezî idare ne de belediyeler bu konuda yaptıkları harcamaları açıklıyor. Bu da tabii kamu kaynaklarının şirketlere aktarıldığı şüphesini doğuruyor. Tanıdık geldi mi?
Sokak köpeklerinin sayısının arttığı ve bunun bir sorun olduğu bir gerçek. Bu sorun, AKP iktidarı ve belediyeleri tarafından yaratıldı çünkü 2004’ten bu yana Hayvanları Koruma Kanunu düzgün şekilde uygulanmadı. Eğer uygulanmış olsaydı, bugün Hollanda olabilirdik. Uygulanmamış bir kanunu “yetersiz” bulup, ona çerçevesi düzgün çizilmemiş bir ötanazi düzenlemesi getirmenin çözüm olamayacağını Romanya örneği bize açıklıkla gösteriyor.
Bunun için belediyelere bütçe ayrılmalı ve bu bütçenin düzgün şekilde kullanılıp kullanılmadığı partizan olmayan şekilde denetlenmeli. Bununla aynı anda köpek üretiminin sonlandırılması ve terk etmenin ciddi şekilde takibi ve cezalandırılması için adımlar atılmalı ve sahiplenmenin teşviki için toplumsal bir eğitim kampanyası başlatılmalı. Kolay değil, ama uygulandığında işe yaradığını biliyoruz. Unutmamak gerekiyor ki bu konuda kalıcı çözüm kısa değil, ancak orta ve uzun vadede mümkün. Sadece vicdanımız değil, bilim de bunu söylüyor.