Milletvekili Can Atalay’ın durumunun tartışılacağı Meclis oturumu, AK Parti Milletvekili Alpay Özalan’ın kürsüde konuşma yapmakta olan Ahmet Şık’a yönelik saldırısı nedeniyle yapılamadı. Kendisini milletle özdeşleştirenlerin Meclis’te millet iradesini zorla engelleyenlere dönüşmesi, 23 yılda bir siyasi partinin nereden nereye gelebileceğine dair tarihî bir örnek teşkil ediyor.
(Bu yazı önce Aposto‘da yayınlanmıştır.)
Parlamento kelimesinin kökeni, 11. yüzyıldan itibaren Eski Fransızcada kullanılan ve “konuşma/muhabbet” anlamına gelen “parlement” kelimesine dayanıyor. Bu kelime de “konuşmak” anlamına gelen “parler” fiilinden türemiş bir kelime. Daha sonra 14. yüzyılda İngiltere’de Kral’ın karşısında bir güç odağı olarak aristokrat ve burjuvalardan oluşan bir meclisin ortaya çıkmasıyla bu meclise, siyasete ilişkin konuların “konuşulduğu yer” olduğu için “parliament” adı veriliyor.
İngiltere’de parlamento evrimsel bir süreçte oluştuysa da Fransa’da aristokratların sırtını Kral’a dönmeyip burjuvaziye karşı birlik olması nedeniyle devrimle hayata geçti. 1789 Fransız Devrimi öncesinde Jean-Jacques Rousseau, kralın egemenliğine son vermemiz ve Antik Yunan’dakine benzer doğrudan bir demokrasiyle kendi kendimizi yönetmemiz gerektiğini ileri sürdü. Buna uygun şekilde kararlarımızı oluşturacağımız parlamentolarda bizzat alacaktık.
Devrim’in ardından, burjuvazinin çıkarlarına daha uygun olan bu düşünce çerçevesinde, egemenlik kraldan milleti temsil eden parlamentoya geçti. Böylece parlamentolar aynı zamanda millî iradenin ortaya çıktığı yerler olarak yeni bir işlev üstlendi. Artık sadece kanunların yapıldığı yer değillerdi; aynı zamanda temsilciler aracılığıyla egemenliğin, yani en üstün iradenin kanun ve kararlarla dile gelmesini sağlıyorlardı. Tabii eskiden kralın iki dudağının arasından çıkarak basitçe ifade edilen egemenliğin şimdi yüzlerce kişiden oluşan parlamentolarda ortaya konması işi biraz zorlaştırmış ve süreci uzatmıştı. Elbette bu, demokrasi adına katlanılması gereken bir yüktü.
Bu dönüşümle birlikte, egemen millî iradeyi sağlıklı bir şekilde ortaya koyabilmeleri için milletvekillerine bazı güvenceler tanındı. Milletvekillerine üstlendikleri görev nedeniyle tanınan bu imtiyazlar bugün dahi anayasalarda güvence altına alınmış durumda.
Örneğin: 1982 Anayasası’nın 83. maddesinde “Yasama Dokunulmazlığı” başlığı altında bu imtiyazlar açıkça belirtilmiş durumda (Aslında maddenin bu başlığı yanlış, çünkü başlıkta “dokunulmazlık” denmiş durumda, halbuki madde içerisinde hem “yasama sorumsuzluğu” hem de “milletvekili dokunulmazlığı” düzenleniyor). Bu maddenin ilk cümlesine göre:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, (…) sorumlu tutulamazlar.”
Bu güvencenin anlamı, milletvekillerinin düşüncelerini tamamen özgürce, hiçbir sansüre veya engellemeye maruz kalmadan ve sonrasında cezalandırılabilecekleri korkusu olmadan ifade edebileceğidir. Çünkü, millet egemenliği teorisine göre, egemenlik milletindir ve her milletvekili milletin iradesinin ortaya çıkması için kürsüden düşüncelerini özgürce ifade etmelidir.
Bu iradenin üzerinde herhangi başka bir irade olamayacağı için milletvekilleri, ben veya siz ifade etsek belki ceza almamıza neden olacak bazı fikirlerini paylaşmasına rağmen ne milletvekillikleri sırasında ne de sonrasında hiçbir ceza almamalı ve böyle bir endişe taşımamalıdır.
Yine parlamento tarihinden kaynaklanan ve Anayasa’nın aynı maddesinin bu sefer ikinci fıkrasında düzenlenen bir diğer imtiyaz, “milletvekili dokunulmazlığıdır.”
Neden önemli? Çünkü diyelim ki çok önemli bir oturumun olacağı bir gün bir muhalefet milletvekili parlamentoya gitmek için tam evden çıkacakken polisler beliriyor ve diyorlar ki “Hakkınızda yol verme kavgasında şiddet uyguladığınıza dair şikayet var, karakola gelip ifade vermeniz gerekiyor.” Belki arabası bile yok o milletvekilinin ama polisler İçişleri Bakanlığı’na bağlı, o da iktidara. Böyle bir durum olamasın diye Anayasa diyor ki:
“Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.”
Can Atalay milletvekili seçildiğinde Gezi Davası’ndan 18 yıl mahkum olmuştu ancak karar henüz kesinleşmemişti, dolayısıyla yargılaması devam ediyordu. Seçilip milletvekili oldu ve dokunulmazlık kazandı. Dolayısıyla tutukluluğunun derhal sonlandırılıp Meclis çalışmalarına katılmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekiyordu. Ancak yargılamayı yapan mahkeme ve Yargıtay, Anayasa’da dokunulmazlığın uygulanmasının istisnası olan ifadeyi gerekçe göstererek Atalay’ı tahliye etmedi.
Halbuki Anayasa Mahkemesi (AYM) bu maddeye dayanarak tahliye talebinin reddedilmesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna daha önceki kararlarında hükmetmişti ve bu karar “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri” bağlayıcıydı (Anayasa md. 153/son). Ancak anlaşılan Yargıtay kendini Anayasa’nın dışında ve hatta onun üzerinde bir organ olarak görmeye başlamıştı.
Bu Anayasa’ya aykırı karara karşı AYM’ye yapılan bireysel başvuru, Atalay lehine sonuçlandı. Ancak Yargıtay, yine hukuka aykırı ve daha önce ne Türkiye’de ne de dünyada görülmüş şekilde, AYM’nin yetkilerini aştığını ve böyle bir karar veremeyeceğini iddia etti ve daha da ileri giderek karara imza atan AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu.
Anayasa’ya aykırı şekilde Atalay’ın dokunulmazlık güvencesinden yararlanması engellendi ve çok önce durmuş olması gereken yargılama devam ettirilip sonlandırıldı. Ardından, kesinleşen mahkumiyet kararı, milletvekilliğinin düşürülmesi için TBMM’ye gönderildi. Anayasa’ya aykırılığı AYM tarafından ortaya konan bu sürecin sonunda, tüm haklı itirazlara rağmen Bekir Bozdağ’ın başkanlığını yaptığı Meclis oturumunda zorla karar okundu ve Atalay’ın milletvekilliği düşürülmeye çalışıldı. Ancak bu Meclis kararına yapılan itiraz sonucu AYM, bu kez de Anayasa’ya aykırı şekilde alınan Yargıtay kararına dayanılarak yapılan bu işlemin “yok hükmünde” olduğunu tespit eden bir karar verdi.
Sonuç olarak, bu olay özelinde AK Parti, iki şekilde millî iradenin ortaya çıkmasını engelleyen bir partiye dönüştü.
Bunun planlı bir şiddet olduğuna dair elimizde ciddi gerekçeler var. Öncelikle, Can Atalay’la ilgili AYM kararına ilişkin oturumun başkanlığını CHP’li Gülizar Biçer Karaca’nın yapması gerekiyordu. Ancak kendisinin NOW Haber’de yaptığı açıklamaya göre bir gün öncesinden telefonla arandı ve “oturumun olağanüstü bir oturum olması nedeniyle sıraya uyulmayacağı ve oturumu AK Partili Bekir Bozdağ’ın yapacağı” söylendi. Halbuki daha önceki olağanüstü toplantılara bakıldığında sıraya uyulduğu ve bu toplantıların mutlaka TBMM Başkanı’nın başkanlığında yapılmadığı görüldü. Dolayısıyla bu durum bir usul sorunu yaratıyordu. Nitekim zaten istenen de buydu.
Oturum açıldığında, Can Atalay’ın milletvekilliğini Anayasa’ya aykırı şekilde zorla düşürmeye çalışan Bekir Bozdağ’ın tarafsız bir oturum yönetemeyeceğini söylemek üzere kürsüye çıkan Ahmet Şık, AK Parti milletvekili Alpay Özalan’ın saldırısıyla kendisini yerde buldu. Görüntülere bakıldığında Özalan’ın Şık’a arkadan saldırmadan önce Bozdağ’a baktığı ve onayını aldıktan sonra saldırıyı gerçekleştirdiği açıkça görülmekte.
Sayın Karaca’nın ifade ettiğine göre tam bu onayın öncesinde Bozdağ, kimsenin duyamayacağı şekilde oturuma ara verdi ve bu nedenle saldırı “oturum dışında” yaşandığı için tutanaklara da geçmedi. Bu saldırının ardından çıkan arbede ve devamındaki süreç nedeniyle oturumun tamamlanması mümkün olmadı. Böylece Meclis’in AYM’nin Atalay’ın hâlâ milletvekili olduğuna dair kararı tartışması engellendi.
Hem ironik hem anlamlı. İronik çünkü kendisinin “kürsü dokunulmazlığının” ne olduğunu bilmediği apaçık ortada. Ama aynı zamanda anlamlı çünkü kendini millî iradenin sağlıklı şekilde ortaya çıkmasını engellemek üzere konumlandırmış bir partinin Meclis’te gerçekten düzeni sağlamak yerine, bilakis parlamentoyu terörize eden bir kişiyi bu göreve getirmesi gerekirdi. Bu açıdan bakıldığında, Özalan’ın görevini layıkıyla yerine getirdiğini söylemek gerek.
Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu TBMM, getirildiği bu noktaya layık mı, bence değil.