Gördüklerim, duyduklarım, düşündüklerim…

Oranlı mı, çoğunluk mu: Seçim sistemleri tercihlerimizi nasıl şekillendiriyor?

Birleşik Krallık ve Fransa’daki seçimler bir kez daha gösterdi ki seçim sistemleri de sonuçlar üzerinde en az partilerin politikaları ve liderleri kadar etkili. Çünkü seçim sistemleri aslında “çaktırmadan” aklımızla oynuyor ve verdiğimiz oyda belirleyici oluyor.

(Bu yazı önce Aposto‘da yayınlanmıştır.)

2024’ün bir seçim yılı olacağı zaten biliniyordu. 64 ülkede ve Avrupa Birliği’nde (AB) seçimler yapılacaktı. Dünya nüfusunun yarısının sandık başına gittiği bir yıldan bahsediyoruz. Bu seçimlerden bazıları yapıldı, ABD’deki gibi bazıları ise yapılmayı bekliyor. 

Bu arada takvimde olmayan sürpriz bir seçim de Fransa’da yaşandı. AB Parlamentosu için yapılan seçimlerde Marine Le Pen’in aşırı sağcı Rassemblement National (RN) partisinin birinci gelmesi üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron parlamentoyu feshetti ve erken seçim kararı aldı. Bir ay içinde yapılan seçimlerin ilk turunu önde götüren RN, ikinci turda ancak üçüncü olabildi. İngiltere’de İşçi Partisi’nin açık ara Parlamento çoğunluğunu ele geçirmesinin ardından Fransa’da da sol koalisyon ülkenin en büyük siyasal gücüne dönüştü.

Tüm bu seçimlerde hangi partinin neden kazandığı veya kaybettiği analiz edilirken genelde geçmiş politikaları veya geleceğe dair vaatlerine odaklanılıyor. Çok sayıda uzman, çeşitli verilere dayanarak çözümlemelerde bulunuyor. Ancak seçim sistemlerinin seçmenler üzerindeki etkisi, bu seçimlerin analizi yapılırken geri planda kalabiliyor. 

  • Halbuki özellikle İngiltere ve Fransa’daki seçimler bir kez daha gösterdi ki seçim sistemleri de sonuçlar üzerinde en az partilerin politikaları ve liderleri kadar etkili. Çünkü seçim sistemleri aslında “çaktırmadan” aklımızla oynuyor ve verdiğimiz oyda belirleyici oluyor.

Oranlı mı, çoğunluk mu?

Seçim sistemleri temel olarak ikiye ayrılır: Oranlı sistemler ve çoğunluk sistemleri. 

  • Oranlı sistemler (bizim TBMM’yi seçerken kullandığımız bunlardan biri), partilerin aldıkları oy oranında parlamentoda sandalye kazanmasını amaçlar. Örneğin oyların %30’unu aldıysanız parlamentonun da %30’u sizin olmalıdır. Böylece parlamentoda ülkenin küçük bir versiyonu yaratılmaya çalışılır. Ancak bunu saf (yani barajsız şekilde) olarak uyguladığınızda onlarca küçük parti meclise girebilir ve bu da bir koalisyonla bile hükümet kurulmasını zorlaştırır. Nitekim İtalya’da oranlı sistemin saf şekilde uygulandığı 1946-1993 yılları arasında 66 hükümet görev yaptı. Bu, her bir yıl için 1,11 hükümet demek. 

Bu nedenle, Türkiye’de olduğu gibi bu sisteme bir baraj eklemek ve o barajın altında kalan partilerin parlamentoya girmesini engellemek istikrar açısından gerekli. Ancak bu barajın da makul bir seviyede tutulması (örneğin bir zamanlar bizdeki gibi %10 olmaması) gerekiyor ki oranlı sistemlerin mantığındaki demokratiklik ortadan kalkmasın. Dolayısıyla, ülkenin küçük bir versiyonunu mecliste yaratırken aynı zamanda istikrarlı bir hükümet kurulabilmesini de sağlamanız gerekiyor. Nitekim 1982 Anayasası’nın 67. maddesindeki “Seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak şekilde düzenlenir” ibaresi de bu dengeye işaret etmekte. 

Düşmanımın düşmanı dostumdur

Bu hafta İngiltere ve Fransa’da düzenlenen seçimlerdeyse temsilde adaleti değil, yönetimde istikrarı hedefleyen seçim sistemleri, yani çoğunluk sistemleri uygulandı. Ancak bir farkla: İngiltere’de seçimlerde tek tur vardı, Fransa’da ise iki. Ve bu fark, seçmenlerin davranışlarını derinden etkilediği gibi sonuçlar üzerinde de etkili oldu. 

Nasıl’ına geçmeden önce çoğunlukçu seçim sistemlerinin iki temel özelliğine bakalım: 

  1. Her bir seçim çevresinden yalnızca bir milletvekili seçilir (bizdeki belediye başkanlığı gibi.) 
  2. En fazla oyu alan kazanır. Görüldüğü üzere son derece basit bir mantığı var. Ülkeyi parlamentodaki sandalye sayısı kadar seçim çevresine bölersiniz, partiler her bir seçim çevresinde bir kişiyi aday gösterir, bunlardan kendi seçim çevrelerinde en fazla oyu alanlar milletvekili olur. Mantık basittir ancak seçmenlerin oy verme davranışlarını derinden etkiler.

İngiltere, modern parlamento kavramının ve seçimlerin doğduğu yer. Ve en başından beri “tek turlu çoğunluk” sistemini kullanıyorlar. Bu durumun seçmenler üzerinde şöyle bir etkisi bulunuyor: 

  • Diyelim ki Türkiye’de bu sistem uygulanıyor. Ben de İstanbul Sarıyer’de yaşıyorum ve TİP seçmeniyim. Hatta seçmeni olmayı geçtim, üyesiyim. Sarıyer, nüfusu itibarıyla bir seçim çevresi olabilecek kapasitede, dolayısıyla buradan bir milletvekili çıkacak. TİP de dahil tüm partiler birer aday gösteriyor. Normal şartlarda ne yapmam lazım? Oyumu gidip üyesi olduğum partinin adayına atmalıyım. Ancak, eğer bunu yaparsam ne olur? Muhtemelen oyum “çöpe gider.” Çünkü Sarıyer’de yalnızca bir aday kazanacak ve bu, muhtemelen ya CHP’li ya da AKP’li aday olacak. 
  • Dolayısıyla önümde iki seçenek var: Oyumu ya kendi partimin adayına verip çöpe atacağım ya da seçilmesini istemediğim adayın karşısındaki en büyük aday kimse ona atıp “Düşmanımın düşmanı dostumdur” diyeceğim. Elbette ki ikincisini tercih ederim. 
  • İşte buna “işe yarar oy ilkesi” deniyor. Uzun yıllardır İngiltere seçmeni, seçim sistemi nedeniyle farkında olarak veya olmayarak buna göre oy veriyor. 

Peki, seçmenlerin seçim sistemi tarafından bu şekilde yönlendirilmesinin nasıl sonuçları var? Sarıyer örneğinden devam edelim: 

  • Bir TİP üyesi olarak ben bile kendi partimin adayına oy vermedim (ve muhtemelen CHP’li adaya oy verdim). Diğerleri de aynı şeyi yaptığına göre neredeyse kimse küçük partilere oy vermedi ve herkes ya CHP’ye ya AKP’ye oy verdi. 

Ülkenin büyük bölümünde bu mantık işlediğinde parlamentoda bu iki partiden biri iktidarı, diğeri ise muhalefeti oluşturur. Bu nedenle bu sistemde ya en büyük iki partiden biri olmalısınız ya da hiçbir şey olamazsınız. Eğer küçük bir parti olarak tüm gücünüzü bazı seçim çevrelerine yoğunlaştırdıysanız, belki 3-5 sandalye kazanabilirsiniz ama o kadar. Oy oranınızın da pek bir önemi yok. Belki toplamda %15 aldınız. Ama eğer her yerde ikinci olduysanız sıfır sandalye kazanırsınız ve sonraki seçimde artık kimse size oy vermez. Sistem, üçüncü partileri seçmenler eliyle cezalandırır ve iki partili bir istikrar yaratır. 

Bölünürsen ölürsün

Ancak burada önemli bir risk de bulunuyor. O da şu: İki büyük partiden hangisinin iktidar olacağına “yüzen oylar” denen, oylarını seçimden seçime değiştirebilen bir seçmen kitlesi karar verir. İki büyük parti de bu oyları hedefleyen politikalar oluşturmaya gayret ettiğinde birbirlerine yaklaşır ve “benzer partilere” dönüşürler. Zaten seçim sistemi, seçmenleri iki büyük partiye yönlendiriyordu, onlar da birbirine benzeyince ortada gerçekten bir “seçim” kalıyor mu, tartışılır. 

İşte geçen hafta İngiltere’de uygulanan ve İşçi Partisi’nin “açık ara farkla kazandığı” seçimler bu sistemle yapıldı. Oy oranlarına bakıldığında İşçi Partisi’nin oy oranı bir önceki seçime göre sadece %1,7 arttı. Ancak kazandığı sandalye sayısındaki artış 209! Çünkü en büyük rakibi olan Muhafazakar Parti, iktidarda olduğu 14 yılın sonunda çeşitli nedenlerle (bu kısmı siyaset bilimcilere bırakıyorum) halkın desteğini kaybetti ve seçmen kitlesi, tabiri caizse, parçalandı. 

  • Daha önce oyunu Muhafazakar Parti’ye verenlerden bir kısmı Liberal Demokratlar’a, diğer bir kısmı ise Brexit’in mimarı Nigel Farage’ın Reform Partisi’ne verdi. Bu da ülkenin genelinde İşçi Partisi adaylarının oylarını artırmadan birinci gelmesini ve milletvekili olmasını sağladı. Öyle ki %34’lük bir oy oranıyla Parlamento’nun %63’ü kazanılmış oldu. Adil mi? Değil. İstikrar getiriyor mu? Kesinlikle. 

Birleşemeyeni birleştirirler

Fransa’ya baktığımızda ise, çoğunluk sistemine fazladan bir tur eklemenin seçmen davranışlarını tamamen başka şekilde etkilediğini görüyoruz. Fransa’da ilk tur aynı İngiltere’deki gibi yapılıyor, ancak bir adayın ilk turda milletvekili seçilebilmesi için %50 alması gerekiyor. Eğer kimse bu oranı yakalayamazsa, ilk turda %12,5’tan fazla oy alanlarla ikinci tur düzenleniyor ve bu sefer en fazla oy alan milletvekili oluyor. 

  • Örneğin, yine Sarıyer’de TİP seçmeniyim. Evet, muhtemelen en yüksek oyları CHP’nin ve AKP’nin adayları alacak ama %50’yi geçmeleri de zor. Yani ilk tur belirleyici değil. O yüzden, ilk turda gönlümden geçtiği gibi kendi partimin adayına oyumu veriyorum. Böylece küçük da olsa partim seçmenlerinden oy alabiliyor ve gücünü ölçebiliyor. Adayım ikinci tura kalamadığındaysa elimde kime vereceğimi “bilmediğim” bir oyum ve o oya talip en az iki aday var: Pazarlıklar başlasın! 

Elbette Fransa’da genellikle bu pazarlıklar seçimlerin daha ilk turundan önce yapılmış ve hatta protokollerle sabitlenmiş oluyor. Dolayısıyla ben de bir TİP seçmeni olarak ikinci turda oyumu CHP’liye atacağımı biliyorum ama CHP bunun için TİP’le daha önceden masaya oturmuş ve müzakere etmiş oluyor. İktidara gelirse de ya TİP’e bakanlık veriyor ya da hükümet programında görmek istediğimiz bazı değişiklikler yapıyor. 

  • Böylece seçim sistemi, iki büyük parti çevresinde toplanmış iki blok yaratıyor. Küçük partiler hayatta kalabiliyor ve birbirine yakın partiler düşman olmaktansa dayanışma (Türkiye’deki tabiriyle ittifak) içine giriyor. 

Macron, AB Parlamentosu seçimlerinin ardından bir yıldırım seçim ilan ederek aslında seçim sisteminin bu özelliğinden faydalanmak istedi. Seçimler o kadar hızlı yapılacaktı ki kendi içinde çatışma hâlindeki solcular bir blok kuramayacak, böylece ikinci tura Le Pen’in partisiyle kendi partisinin adayı kalacaktı. 

RN’yi aşırı sağ gören ve tehlikeli bulan herkes—solcular dahil—ikinci turda kendi partisinin adaylarına oy vermek zorunda kalacaktı. Böylece LePen’in ele geçirdiği psikolojik üstünlüğü de geri alacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Seçimler öncesinde birbirine etmediği lafı bırakmayan solcular ve Yeşiller bir-iki gün içinde birleşip logosundan tarihsel göndermesine kadar dört başı mamur bir kampanya düzenledi. Üstelik Le Pen’in adayı kazanamasın diye ikinci tur öncesinde üçüncü aday olarak çıktıkları çoğu yerde adaylıktan çekilme ve Macron’un adayının kazanmasının yolunu açma “büyüklüğünü” gösterdi. Bu da ikinci turda karşısında birleşmiş bir “Cumhuriyetçi blok” bulan Le Pen’i üçüncülüğe indirdi. Çünkü Przeworski’nin dediği gibi: 

“Bir amaç uğruna mücadele böler, ortak düşmana karşı mücadeleyse birleştirir.” 

Türkiye’ye düşen ‘bipolarizm’

Peki tüm bunlardan Türkiye için nasıl bir sonuç çıkar? 2017’deki Anayasa değişikliğiyle geçtiğimiz “Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde” TBMM’yi eskisi gibi barajlı oranlı bir sistemle seçmeye devam ediyoruz (Hükümetin kurulmasında hiçbir işlevi kalmamış TBMM seçimlerinde neden hâlâ baraj uygulandığını anlamak mümkün değil). 

Bu seçimler için partiler birbirleriyle ve özellikle de kendilerine yakın partilerle rekabet hâlinde. Örneğin, dindar kesimin oyları için hem AKP hem Saadet hem Yeniden Refah yarışıyor ve birbirlerini rakip olarak görüyorlar. Milliyetçi oylar için AKP, MHP ve İYİ Parti, Cumhuriyetçi oylar içinse CHP, İYİ Parti ve TİP birbirleriyle yarışıyor. 

İş Cumhurbaşkanlığı seçimine geldiğindeyse Fransa’daki mantık devreye giriyor ve birbirine yakın partiler bu sefer ittifak kurmak durumunda kalıyor. Yani iki yakın parti TBMM seçimleri için rakip, Cumhurbaşkanlığı seçimi için ittifak oluyor. 

Bir başka deyişle, 2017’den bu yana siyasal rejim, seçmenleri de siyasal partileri de adeta bipolar olmaya itiyor. Eğer ekonominin durumu nedeniyle hâlâ delirmediyseniz bir de seçim sistemlerini deneyin.

Yorum yazmak ister misiniz?

Bu blog'u takip etmek için mail adresinizi yazınız

Diğer 855 aboneye katılın

Twitter’dan