Gördüklerim, duyduklarım, düşündüklerim…

Açlık Oyunları (üçleme)

hungergames-catchingfire-650Son zamanlarda tam bir kitap kurdu oldum. Hem görselliğe olan merakım, hem de iş gereği zaten sürekli bir şeyler okuduğum için kafa dağıtmak adına sinemayı her zaman daha fazla tercih etmişimdir. Ama son aylarda yeniden kitaplara dadandım. Cidden başka bir dünyaya girmek gibi. Film izlerken yakalayamadığım bir gerçeklik var kitaplarda… Neyse, uzatmayayım.

Aslında okuduğum kitapları kronolojik sırasıyla yazacaktım. Dolayısıyla önce Stefan Zweig’ın Satranç’ı, ardından Franz Kafka’nın Dava’sı ve son olarak da Suzanne Collins‘in Açlık Oyunları gelecekti ancak Tayland’dan gelen şu haber sıralamayı değiştirdi. Tayland’da yaşanan darbeden sonra cunta karşıtları sokaklarda Açlık Oyunları’ndaki isyancıların hareketini yapmaya başlamış. Ellerinin orta üç parmağını öpüp havaya kaldırıyorlarmış. Ve haber, hareketin kaynağının cidden bu kitap (veya filmi) olduğunu söylüyor. Sanırım tam benim üçüncü kitabı bitirdiğim gün darbe oldu Tayland’da. Ve şimdi de bu hareketin popüler olması… Umarım Bangkok yönetimi aradaki bağlantıyı keşfetmez 😛

Açlık Oyunları üçlemesini okumaya karar vermem iki aşamalı oldu. İlk aşamada sahne şu: İlk kitabın filmini seyretmiş ve çok beğenmiştim. Bu yüzden ikinci filme koştura koştura gittim. Çok güzel film, inanılmaz heyecanlı. En heyecanlı yerine geldik veee… film bitti! NEYYY? OLAMAZ! Yanımdaki arkadaşa dönüp “Burada bitemez!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. O an kitapları okuyup üçüncü kitapta neler olduğunu öğrenmeye karar vermiştim. Ama iş-güç ve diğer şeyler arasında kaynamıştı.

Sonra, ikinci aşama geldi: Soma katliamı! Her geçen dakika hem ölü sayısı, hem de hükûmetin yüzsüzlüğü arttı. Bu ülkenin tüm işçilerinin güven içinde çalışması için görev başında olan ve bunu temin etmekle yükümlü bulunan bakanlar ve başbakandan hiçbiri 301 madencinin bir anda hayatını kaybetmesinden sorumlu değildi. Üstüne üstlük aymazlık “başbakanı yuhlarsan tokadı yersin” tehdidi, bizzat tokat ve tekmeyle doruğa çıktı. Bu insanlar tarafından yönetiliyorduk. Hâlâ da yönetiliyoruz. Hatta vatandaşı “yersin tokadı” diye tehdit eden bir kişi büyük olasılıkla şimdi cumhurbaşkanı adayı olacak… Deli olmak cidden işten değil. Ben de deli olmamak için ve akıl sağlığımı korumanın bugünlerde yapılabilecek en iyi muhalefet olduğunu düşünerek “kafam dağılsın” diye Açlık Oyunları serisinin üç kitabını birden alıverdim.

İlk iki kitabın filmini seyretmişsin zaten, ne gerek vardı onları okumaya? Sadece üçüncüyü okuyuverseydin” Olmaz. Neden? Çünkü saplantılıyım. Bir şey okunacaksa her şeyiyle okunacak. Önsöz, özet, yayıncının notu, çevirmenin notu, yazarın geçmişi, vb. Ne varsa. Ancak onlar bittikten sonra asıl kitaba geçilebilir! Ya öncesinde çok önemli bir bilgi varsa ve onu okumadığım için kitaptaki bir şeyi yanlış anlarsam? He!? Cevap ver bana!

İlk kitaptan başladım okumaya. Ve dakika bir, gol bir: Kahramanımız Katniss Everdeen’in yaşadığı 12. Mıntıka kömür madencisi! “Bravo Serkan, kafa dağıtmak için muazzam bir kitap seçmişsin.” İvit. Cidden bu kadar kötü bir seçim olamazdı herhalde ama… devam ettim. Çünkü ikinci filmin (ve dolayısıyla ikinci kitabın) sonunda o madencilerin bir şeyleri değiştirmeye başladığını anlamıştım. Bunu hatırlayınca, 12. mıntıkanın madenci olması moralimi bozmak yerine okumak için motivasyon sağladı. Öyle ki yaklaşık 1300 sayfalık üç kitap 10 gün sonunda bitmişti. Tabii bunda kitabın bestseller olması ve dolayısıyla bestseller formülleriyle yazılmış olmasının da etkisi vardır. Okuması son derece kolay bir eser. Ve her bölümün sonu, aynı dizilerdeki gibi, bir merak uyandırıyor ve bu nedenle hiç durmadan okumak istiyorsunuz. Sonra bir bakmışsınız hepsi bitivermiş.

Genel olarak bakınca ilk kitap iktidarı, ikinci kitap iktidarın direnişi yaratışını ve üçüncü kitap da direnişin iktidarı yıkışını anlatıyor. Yani çok Hegelci bir eserle karşı karşıyayız: Tez, anti-tez ve sentez. Sırf böyle bakınca bile Açlık Oyunları’nın basit bir bestseller olmadığını kolayca anlayabiliyorsunuz. Yani bir Dan Brown değil. Olumlu anlamda 🙂

“Açlık Oyunları” adını taşıyan ilk kitapta anlıyoruz ki gelecekte bir tarihteyiz. Amerika Birleşik Devletleri yıkılmış, yerine Panem adıyla yeni bir devlet kurulmuş. Panem’de ülke aslında 13 mıntıkaya ayrılmış durumda ancak yalnızca 12’si hayatta bunların. Her mıntıkanın üretim yaptığı alan farklı. Bir mıntıka denizcilik, diğeri kömür, bir başkası tekstil veya bir başkası tarımla ilgili üretim yapıyor. Her mıntıka elektrikli tellerle dış dünyadan soyutlanmış durumda. Dolayısıyla mıntıkaların birbirleriyle de ilişkisi yok ve birbirlerinin yerine geçemiyorlar. Bu düzenin gönderme yaptığı yer -bence- Emile Durkheim’ın toplumsal sınıflamasına göre kapitalist organik toplum. Bugünkü toplumsal yapı yani. Herkes bir alanda uzmanlaşmış durumda, diğerinin işini yapamıyor. Ben hukukçuyum. Fırıncı fırıncı. Tekstilci tekstilci. Fırıncı ekmek üretmezse aç, tekstilci pantolon üretmezse açıkta kalırım çünkü bunları yapmayı bilmiyorum. (Peki ben hukuk üretmezsem fırıncı ve tekstilci hayatta kalmaya devam eder mi? Evet. Heh, işte demek ki ben kitaptaki Capitol’üm. Biraz sonra bahsedeceğim.) Bunun tersi mekanik toplumdur. Yani herkesin elinden her işin geldiği toplum. Bildiğiniz köy. Kimse vazgeçilmez değildir, herkes birbirinin yerine geçebilir. Bu anlamda herkes eşittir.

Ama organik toplumsal yapı öyle değil. Sınıflara ve hiyerarşiye dayanıyor. Birlikte çalışma zorunluluğu ise bir yönetici sınıf ihtiyacı oluşturuyor. Bu anlamda son derece zavallı bir durum yaratıyor aslında: Hepimiz aslında büyük bir bedenin organları gibiyiz. Birbirimize muhtaç olduğumuz için isyan edemiyor ve başımıza ne gelirse gelsin kendimizi çalışmaya mecbur hissediyoruz. Çünkü sanıyoruz ki isyan edersek sistem, aynı bir organı artık çalışmayan bir bedendeki gibi domino misali, çöker. Peki ne için? Beyin çalışsın diye. Açlık Oyunları’ndaki beyin neresi? Capitol. Capitol Panem’in yönetim merkezi. Diğer mıntıkaları şiddet yöntemleriyle bastırıyor ve düzeni sağlayarak üretim yapmalarını sağlıyor. Böylece vücut çalışmaya devam ediyor. Bu bize neyi hatırlatıyor? Elbette Thomas Hobbes’un Leviathan‘ını. Baskıcı bir düzenin aslında birbirimizi öldürmememiz için şart olduğunu söyleyen faşist devlet tipini Panem’de çok açıklıkla görebiliyoruz.

Neyse çok uzattım… Bir ara nükleer güç üretimi yapan 13. mıntıka Capitol’e isyan ediyor. Şimdilik bildiğimiz kadarıyla isyan bastırılıyor ve bu mıntıka yok ediliyor. Bu “iç savaş” bir daha yaşanmasın ve diğer mıntıkalara ibret olsun diye Capitol her sene “Açlık Oyunları” adı altında bir yarışma düzenlemeye başlıyor. Her sene mıntıkalara gidilerek her birinden bir erkek ve bir kadın “haraç” seçiliyor. 12 mıntıkanın toplam 24 haracı her yerde kameraların olduğu bir arenada birbirlerini öldürerek hayatta kalmaya çalışıyor. Galip gelen haraç hayatı boyunca mıntıkasında bolluk içinde yaşıyor. Burada Capitol’ün verdiği mesaj açık: “Çocuklarınızı elinizden alıp, herkesin gözü önünde öldürüyoruz. Gıkınızı bile çıkartamazsınız. Güç bizde. Şimdi susun ve çalışın. Yoksa sonunuz 13. mıntıka gibi olur.”

Kahramanımız Katniss Everdeen, 12. mıntıkada haraç olarak seçilen kardeşinin yerine gönüllü olarak Açlık Oyunları’na katılıyor ve -bence bu spoiler‘a girmez- elbette oyunları kazanıyor. Ama tek başına değil! (Bunun nedeni ve sonrası spoiler‘a girer) Ateşi Yakalamak adını taşıyan ikinci kitap Katniss’in kendi kimliğinden çıkarak bir isyan sembolüne dönüşmesi üzerine kurulu. İşte burada o en başta bahsettiğim üç parmak hareketi ve Katniss’in rozetini taktığı alaycı kuş devreye giriyor. İktidarın baskısı halkın direnişine dönüşüyor. İşte Alaycı Kuş başlıklı üçüncü kitap da bu direniş ve isyanla ilgili. Kitapların adları da bu açıdan önemli. İlk kitap “Açlık Oyunları” dizginlerin hâlâ düzenin elinde olduğunu söylerken, ikinci kitap “Ateşi Yakalamak” için yola çıkıldığını anlatıyor. Üçüncü kitaptaysa artık oyunun yeni kuralları “Alaycı Kuş” tarafından yazılıyor.

Kitap aslında klasik bir bestseller gençlik kitabı gibi dursa da filme çekilmesinde de, Tayland’daki halk direnişine ilham vermesinde de derinlikli bir yanının olmasının payı var. Örneğin kahramanın aslında kahraman olma özelliklerini taşımaması ve bu görevi -en azından başlarda- istemiyor oluşu, bana Tunus’lu  Mohamed Bouazizi’yi hatırlattı. Sokakta seyyar arabasında meyve-sebze satarken polis tarafından gördüğü muamele üzerine kendini yakan Bouazizi’nin kafasında kahraman olmak yoktu. O Arap Baharı’nın kıvılcımını ateşlediğini bilmeyen ve muhtemelen aslında böyle bir amacı da olmayan sıradan bir insandı. Ama eğer yeri ve zamanıysa, sıradan bir kişi bile büyük bir alevin kıvılcımını çakabilir ve yıkılmaz gibi gözüken iktidarlar o alevde bir anda küle dönebilir. Katniss de isyan çıkarmak amacıyla değil, yalnızca içindeki vicdan ve adalet duygusuna uyarak yaptığı hareketlerle büyük bir alevin ilk kıvılcımını çakıyor. Sonra alevler onun kontrolünden çıkarken hem Panem’i hem de onu dönüştürüyor.

Bir bestseller olduğu için en başlarda hafif aşağıladığım bir seri olan Açlık Oyunları’nda beklediğimden daha fazlasını buldum. Ama hiç mi hiç beklemediğim -ve henüz filmi de gösterime girmediği için fena halde spoiler‘a gireceği için ayrıntılarına giremediğim- asıl mesaj üçüncü kitapta karşıma çıktı: Sırf baskıcı bir sistemi yıkmış olmak mutlaka özgürlük demek değildir. Özgürlük ve mutluluk sizi kolları açıp beklemez. bu nedenle özgürlük mücadelesi yüzyıllardır devam eden ve hiçbir zaman bitmeyecek bir mücadeledir. Sanıyorum kitabı okuyanlar üçüncü kitabın sonunda, son iki filmi* seyredenler de ikinci filmin sonunda büyük bir şok yaşayacaklar 🙂

Sonuç olarak Açlık Oyunları evet, kolayca okunan, çok satsın diye yazılan ve popüler bir üçleme. Ama bu, ondan bayağı sağlam mesajlar çıkmayacağı anlamına gelmez. Nitekim çıkıyor. Bayağı da gaza getiriyor. Özellikle burada, her gün madencilerin, inşaat işçilerinin, tersane çalışanlarının, köylülerin, muhaliflerin veya düzenin ezdiği herhangi başka birilerinin ölüm, yaralanma veya şiddet görme haberleriyle karşılaştığımız ve öfkemizin her gün biraz daha büyüdüğü bu ülkede… Açlık Oyunları’nı okumanızı tavsiye ederim. Türkiye ve yaz bunun için doğru yer ve doğru zaman.

* Üçüncü kitap “Alaycı Kuş” iki film halinde çekiliyormuş. 1. Bölüm 21 Kasım 2014’te Amerika Birleşik Devletleri’nde gösterime girecek. 2. Bölüm‘ün ise 20 Kasım 2015’te gösterime girmesi öngörülüyor.

Not: Yazıda sizin ağzınızdan yazılmış gibi olan bölümlerdeki yazım tarzı konusunda açıkça Meren‘den esinlendim. Gocunmam, gurur duyarım. Meren’in askerleriyiz! 🙂

Reklam

2 comments on “Açlık Oyunları (üçleme)

  1. Kenan Mursaloglu
    17/12/2015

    İçine girmekten hoşladığınız ütopik dünyadan kendi yaşadığınız ülkeyle alakalı çağrışımlar yapıyor olmanız ne kadar utanç verici olmalı özelliklede bir hukukçu olarak. Açlık oyunları serisini beğenmezin belkide bir nedenide içinde yasadığınız toplumda, Katniss Everdeen gibi yada kafanızda kahramanlaştırmaya çalıştığınız bir sivil itaatsizlik örneği beklemenizden kaynaklanıyor olabilir. Ancak belkide bu hiç bir zaman gercekleşmeyecek bir kurgu silsilesidir. Bu yüzden sizden George Orwell ın 1984 adlı romanını yorumlamanızı rica ediyorum . Çünkü hukuk 1. sınıf öğrencisi olarak içinde bulunduğum tarif edilemez durumu yani isteyerek ve severek yapacağımı düşündüğüm mesleğimin aslında bize öğretilenlerle hiç alakası olmayan bir pozisyonda bulunma fikri ve şimdiden buna boyun eğmiş olmak başkaldırının önündeki en büyük engel gibi durmaktadır ne yazık ki…
    Sizden ricam eğer vakit bulursanız görüşlerinizi benim ile paylaşarak içimde var olan hukuk inancını körüklemenizdir.

    Kenan Mursaloğlu
    Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi

    • Serkan Köybaşı
      21/12/2015

      Selamlar,

      İçinde yaşadığım toplumdan pek memnun olmadığım doğru. Demokrasi ve insan hakları seviyesi oldukça düşük bir ülkedeyiz ve toplumsal kültür ve entellektüellik düzeyi de oldukça kötü. Halk genelde sağ eğilimli ve otoriterliğe sempati duyuyor.

      Ancak bu, “bir kurtarıcı” beklediğim anlamına da gelmiyor. Zaten Açlık Oyunları serisi de o aranan kurtarıcının sıradan insanlar olduğu fikri üzerine kurulu. Yeter ki insanlar sorgulamaya ve karşı çıkmaya başlasın. Bunun gerçekleşme potansiyeli hep var kanımca. Tunus’ta devrimin fitilini ateşleyen bir sokak satıcısıydı. Zabıtaya sinirlenip sinir krizi geçirdi ve kendini yaktı. Bugün yılların “devrilmez” iktidarı Ben Ali Suudi Arabistan’da kaçak hayatı yaşıyor. Dolayısıyla, hiçbir zaman umutsuz olmamak gerekir.

      1984 kitabını okudum. Elbette ki çok ufuk açıcı. Günlük hayatımızın her anında kitabı hatırlatan pek çok şeyle karşılaşıyoruz. Tam bir referans kitap. Ancak özellikle kitabın sonunda, neredeyse karikatürleşmiş komünizm eleştirisi bana fazla geldi. O bölümü sevemedim ve hatta kitapla ilgili genel görüşümü de olumsuz yönde etkiledi. Zira bende Orwell’in, kapitalist sistem tarafından “baskıcı ve otoriter komünist devlet” algısı yaratmak için ısmarlama bir kitap yazmış olabileceği düşüncesi hasıl oldu. Oysa kitapta anlatılan baskıcı yönetimin, kendini liberal ve özgürlükçü olarak tanımlayan çok sayıda batı devletinde iktidar olduğunu biliyoruz. Her yerde kameralar, kelimelerin anlamının değiştirilmesi, vs.

      Son olarak, gerçek demokrasi ve özgürlüğe inanan hukukçular olarak bugünkü hukuksal sistemden elbette memnun değiliz. Ancak sistemin, devletin ve en nihayetinde toplumun demokrasi ve insan hakları seviyesinin yükselebilmesi için de temel görev biz hukukçulara düşüyor. Zira bunları değiştirebilecek yetkiye biz sahip olacağız, başkası değil. Bu nedenle, ısrarla ve sabırla direnmeye ve değiştirmeye devam edeceğiz. Bu bir mücadele ve asla bitmeyeceğini biliyoruz. Eskiler bayrağı bize devrettiler, biz de gelecek kuşaklara devredeceğiz.

      Fakültende ve hayatta başarılar diliyorum. Umarım her şey dilediğince olur.

Yorum yazmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Bu blog'u takip etmek için mail adresinizi yazınız

Diğer 17.412 aboneye katılın

Twitter’dan

En son yayınlananlar

%d blogcu bunu beğendi: